Gıda, insan vücudunun hayatta kalması ve sağlığı için gerekli olan en önemli kaynaklardan biridir. Bu nedenle İslam, insanı büyümesine ve ilerlemesine faydalı olan gıdaları yemeye teşvik eder; beden, ahlak ve ruh sağlığına zarar verebilecek gıdalardan meneder. Tüm insan eylemlerinde İslam’ın ana felsefesi, “İşlerin en hayırlısı orta yollu olandır” anlayışı etrafında şekillenir. Ruhla bedeni, dünyayla ahireti ve akılla kalbi ahenk ve bütünlükle dengeleyen Kur’an-ı Kerim; beslenme konusunda da insanlara dengeyi ve orta yolu önermiştir. Beslenmedeki fazlalığı “israf” olarak isimlendirmiştir. Gıdada ihtiyaç fazlası her türlü tüketim dinimizce uygun görülmemektedir. Ancak israf ayrı bir konu, helali haram addetmek ayrı bir konudur.
Öte yandan insanların beslenmesine tehlikeli sınırlar çeken vejetaryen ya da vegan beslenme alışkanlıklarının, modern toplumda dünya nüfusunun artmasıyla birlikte giderek daha popüler hale geldiğini gözlemliyoruz. Çeşitli ülkelerde, insanların büyük bir kısmı diyetlerini veganlığa göre belirliyor, bu da bizi bu garip dönüşümün nedenlerini anlamaya, sonuçlarını düşünmeye sevk ediyor.
Geçtiğimiz günlerde New York şehrinde veganların eylemi sırasında kebap yiyen adam görselleri sosyal medyada oldukça ilgi gördü. Videolara bakıldığında bir adamın afiyetle şiş kebabını yediğini, karşısındaki kişinin ise ona hakaretler ederek bağırdığını, etraftaki insanların da bu olayı cep telefonlarına kaydederek izlediğini görüyoruz. Görüntülerde, Amerikalı vegan bir aktivist olduğu söylenen kişi, karşısındaki adamı hakaretler eşliğinde et yediği için “katillik” ve “vahşilik”le itham ediyor. Özellikle Amerika’da hamburgercinin önündeki müşterilere hakaret edenler ve içeri girmelerini engellemeye çalışanların görüntüleri de ara ara ekranlara yansımıştı. Benzer zamanlarda bir diğer vegan eylem haberi ise İngiltere’den, Londra’daki bir süpermarketin süt ürünleri reyonundan geldi. “Hayvan İsyanı Örgütü” olarak bilinen vegan aktivistler, marketteki süt şişelerini açıp yerlere dökerek eylem yaptılar. Daha öncesinde de süpermarketlerdeki et ve sütleri atarak benzer eylemlerde bulunan örgüt üyelerinin “Hayvan sömürüsüne son!” sloganları ise tartışmaya yol açtı.
Eylemlerin bir ifade özgürlüğü mü yoksa bir tür dayatma mı olduğu konusu tartışılırken, bir başka soru ise “Veganlık bir beslenme biçimi mi yoksa insanların yeni bir kimlik arayışının parçası mı?” sorusudur. Yapılan eylemlerde israf edilen gıdaların, milyonlarca insanın yoksullukla savaştığı bir dünyada insanlara hakaret olduğunu düşünenlerin de sayısı oldukça fazla. Eylemlerin içeriğine baktığımızda, hayvanların sömürülmesine dikkat çeken veganların aynı hassasiyeti insanların hakları için göstermeyişi, akıllara “Bu eylemler insan üstü bir ideoloji arayışının da göstergesi olabilir mi?” sorusunu getiriyor.
Veganlık Bir Beslenme Biçimi Mi Din Mi?
Bir beslenme biçimi olarak tarif edilen veganlığın kendi içinde de “vegan, vejetaryen, pesketaryen, fleksitaryen” gibi ayrımları bulunuyor. Genel itibariyle vejeteryanlar, sadece et ürünleri tüketmeyip süt, bal, yumurta gibi hayvansal ürünleri tercih edebilirken veganlar; hayvansal olan hiçbir ürünü yemeyen, giymeyen, hayvanlardan üretilen hiçbir ürünü kullanmayan, sadece bitkisel içerikli bir beslenme ve yaşam biçimini tercih edenlerdir. Veganlığı kişisel sağlık ve çevre açısından da faydalarını kapsayan bir argümanla birleştirenler, tercihlerini bir beslenme biçimi olarak değil, hayat tarzı olarak yorumluyorlar. Günümüzde veganlığı oldukça popüler ve bir o kadar da tartışmalı bir kavram haline getiren durum da bu bakış açısıdır. Veganlık saldırgan bir ideoloji değil de sadece beslenme tercihi olarak kaldığında, insanların tercihlerinin sorgulanamayacağını, özellikle yetişkinlerin kendi beslenme alışkanlıklarını oluşturabileceğini gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz. Fakat bu sektör giderek saldırganlaşan, kendi yemediği ürünleri başkalarının da yemesine engel olan hatta insanları hayvanlardan daha aşağıda görme eğilimine uzanan bir inanışa doğru sürüklenmekte. Bir beslenme biçiminden çok ideolojiye dönüşen bu durum, her geçen gün farklı boyutlar kazanmaya da devam ediyor. Örneğin İngiltere’de mahkeme kararıyla veganlık, “din ya da felsefi düşünce” kapsamına girerek, “vegan dini” ifadesiyle de kullanılmakta.
Veganlık ya da veganizm, ilk olarak 1944 yılında Londra’daki “Vegan Society” diye bilinen yedi kişinin kuruculuğunda ortaya çıkmıştır. Vegan kelimesini ilk kullanan kurucu üyelerden Donald Watson’un tanımı ise şöyledir: “Veganlık, hayvanlar alemine dair sömürü ve zulmün tüm biçimlerini dışlamanın ve yaşamı gözetmenin yoludur. Et, balık, kümes hayvanı, yumurta, bal, hayvansal süt ve türevlerini dışlayıp bitkiler aleminin ürünleriyle yaşamak ve tamamen ya da kısmen hayvanlardan üretilen tüm ticari malların alternatiflerini kullanmak şeklinde pratiğe dökülür.” Bu açıklama aslında sanayileşme sonrası yaşanan gıda endüstrisinin hayvanlar üzerindeki sömürüsüne dikkat çekmesi açısından bakıldığında olumlu görülebilir. Ancak meselenin sadece “hayvan sömürüsü” olarak kalmaması, zaman içerisinde veganlığın insan ve hayvanı eşitlemek isteyen “türcülük” eleştirilerine odaklaması oldukça sorunlu tutumlara yol açmaktadır.
Yeni Bir Tür Meselesi Olarak Veganlık
Veganlara göre türcülük çok kapsamlı bir konudur. İnsan ırkı, hayvanların rızasını almadan onların etlerinden, sütlerinden, yününden kendi arzusuna göre faydalanır. Bu da insanı güçlü konuma sevk etmektedir. Hayvanların “rızasını” almadan onları kullanmak da bir açıdan suç olması gerekirken hayvanlara karşı eşitsizlik olarak tanımlanır. Vegan bir aktivist olan Jake Welsh türcülüğü şu şekilde tanımlar: “Et yemekten hayvanat bahçelerine, hayvan deneylerinden kürk ve deri ticaretine dek bütün hayvan sömürü biçimleri aslında birer türcülük eylemidir. Eğer hayvanlara böyle davranılmasını doğru bulup bu amaçla dünyaya getirilmiş olduklarına inanıyorsanız, o zaman türcü davranıyorsunuzdur.”
Amerika’da vegan bir çift, 18 aylık bebeklerini kendileri gibi vegan olması için çiğ sebze ve meyvelerle besler. Vegan anne ve baba, sadece anne sütü ve bitkisel besinlerle besledikleri çocuklarının ölümüne sebep olur. Haberlerde, 18 aylık bebeğin 7 aylık bir bebek kadar gelişime sahip olduğu bilgisi de verilmiştir. Bu haber tüm dünyada şaşkınlıkla karşılanırken insanları meselenin aslında o kadar da basit olmadığı gerçeğiyle yüzleştirdi. Çocuk istismarı ve birinci dereceden cinayet suçu olarak görülen bu vakanın benzerleri oldukça fazla, dünyanın hemen her yerinde yaşanıyor. Üstelik sadece çocuklar üzerinde değil, evcil hayvanlarını; kedisini, köpeğini vegan mamayla besleyen insanların giderek çoğalması da ayrı bir çelişki. Böylelikle hayvanların sömürülmemesi için hayvanların doğalarını hiçe sayma ve onların beslenmesine dahi karışma yetkisi yine ilginç bir biçimde “vegan”ların kendilerine hak gördüğü davranışlardan oluyor. Çelişkili bir şekilde, vegan olmayı özgürce tercih etmekle “vegan olmaya zorlamak” arasındaki o ince çizgi de giderek muğlaklaşıyor.
Güç Retoriğine Bir Örnek “Vegan” Olmak
Modernizm sonrası yaşanan gelişmeler, insanlık tarihinin aidiyet, kimlik ve yaşam koşulları gibi alanlarını doğrudan etkilemektedir. Şehir yaşamıyla birlikte artık kendi ektiğimiz, biçtiğimiz ürünleri tüketme imkanımız giderek azaldı. Hayvancılık da dahil olmak üzere gıda merkezli tüm üretim şekli sanayileşme ile el değiştirmiş vaziyette. Bu durum tabii ki küresel boyuttaki sermaye sahiplerinin üretim bandını genişletmesini hatta ele geçirmesini sağladı. Bu da hayvanların bakım ve barınma şartlarında oldukça sağlıksız koşullara, seri üretim amacıyla genetiği bozulmuş hayvansal ürünlerin çoğalmasına neden oldu. Bu durum elbette ki içler acısı hale gelen sektörün, hiçbir şekilde savunulacak yanının olmadığını göstermekte.
Geleneksel tarıma dayalı toplum yapısından modern bir yaşam formuna geçerken geride bıraktıklarımızdan biri de üretici kimliklerimiz oldu. Bu sebeple de şehirdeki yaşamda üretici kimliklerimizden çok “tüketici” kimliğimizle var oluruz. Modernizm sonrası yani postmodern dönem olarak da bilinen dönemin en belirgin özelliklerinden biri “aidiyetsizlik” ve “tüketici kimlikler”in ortaya çıkmasıdır. Bu da geleneksel kimliklerin tam aksine yeni bir bilinç, yeni bir değer sistemi arayışına sebep olmaktadır. Her yeni trend bir önceki modanın yıkımını hatta sonunu getirme çabasına girişmekte, etrafına daha fazla insan toplama amacı gütmektedir. “Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları” kitabında Bauman, tüketici deneyimlerinin kültür üzerindeki etkisine değinir. Modern insanın normları yıkma arzusu aynı zamanda karşıtlık arayışına ve kendine yeni düşmanlar “öteki”ler meydana çıkartma eylemine dönüşmektedir. Her bir deneyim aynı zamanda parçalanmış bir kimlik arayışı haline gelmektedir. Postmodern dünyadaki insanın sorunu da tam olarak bu “parçalanmış, bölünmüş” kimlik karmaşasıdır. Bireyin kalıcı ve köklü bir geleneğe değil, imajlara ve etiketlere ihtiyacı bulunmaktadır. Ayrıca Bauman, postmodern kimlik inşasında hakikat kavramına dikkat çekerek, “Hakikat, güç retoriğine aittir” sözünü kullanır. Yani çağımızdaki hakikat algısı haklının değil de kimin “güçlü bir retoriğe” sahip olduğuna göre değişir.
Özellikle sosyal medyada popüler hale gelen vegan beslenme akımı, gençler arasında yeni bir aidiyetin de adresi oluyor. Ancak vegan kimliği adı altında bazı radikal aktivistlerin söylemleri insanların ihtiyaçlarını, inançlarını hatta yaşam hakkını bile değersizleştirmeye yönelik. Ülkemizde de sıklıkla karşılaştığımız bu tutum özellikle dini değerler üzerinden kurban ibadetine karşı yapılmakta. İbadetin özüne, amacına ve değerlerine yönelik küçümseyen ya da hakaret içerikli paylaşımlar her Kurban Bayramı öncesi medyaya servis ediliyor. Bu tarz tutumlar vegan oluşumların kendi kimlik arayışlarındaki karşıtlık arzusunun göstergesidir. Türcülük tartışmasıyla beraber insanlar arasındaki cinsiyet farkının da ortadan kaldırılmasını savunan bazı vegan aktivistler, “cinsiyetsizliğin” de norm haline gelişine uygun bir zemin hazırlamakta. Öyle ki birçok vegan aktivist, dünyadaki tüm yıkıcı olayları “üreme sorunu” olarak görerek, insanlığın çoğalmasına karşı çıkmaktadır. Bu minvalde baktığımızda meselenin sadece beslenme biçimi ve hayvan hakları olmadığı ortaya çıkıyor. Radikal aktivistlerin hayvanların haklarını savunurken “insan nefreti”ni yayma pratiği, postmodern çağdaki “güç retoriği”ne çarpıcı bir örnek teşkil ediyor. Böylelikle “et yiyen” insanlar anormal bir sınıfa aitmiş gibi algılanmaya, veganlar ise duyarlı kimlikleriyle dünyayı kurtarmaya devam ediyor….
İnsanı Nasıl Bilirsiniz?
İslam dini, insanın varlığını diğer tüm varlıklarla birlikte tevhit inancının esaslarına göre konumlandırır. Allah (celle celaluhu) “Andolsun biz Ademoğluna şan, şeref ve nimetler verdik; onları karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık” (İsra, 70) ayet-i kerimesiyle insanın yaradılışındaki üstünlüğü belirtmiştir. İnsanın üstünlüğünü yaratılışındaki gaye doğrultusunda belirten İslamiyet, “Allah katında canlıların en aşağı derecede olanları, sağır, dilsiz ve düşünemez olanlarıdır” (Enfal, 22) ayet-i kerimesiyle de yaratılmış arasındaki farkı bir türcü üstünlük olarak değil, Allah’ın ölçü ve nizamına göre belirlemiştir. İnsanlar arasındaki üstünlük ise ancak “takva” ile mümkündür. Bu sebeple de insanın kendini (haddini) bilebilmesi, Rabbini bilmesi hem dünyayla hem de yaratılan tüm varlıklarla olan ilişkisini de yönetebilmesine bağlıdır.
İnsan, yeryüzünde hem fitne çıkartabilecek hem de nizamı, dengeyi sağlayabilecek bir canlı olarak yaratılmıştır. Müslüman kimliği dinin emir ve yasaklarına göre hayatın her alanını kapsayan, bütünlüklü bir yaklaşımdır. Peygamber Efendimiz (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) Müslüman birini tanımlarken “Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir” (Buhari, İman, 4; Rikak, 26) buyurmaktadır. Mümin, yemesine içmesine hatta bir karıncaya bile merhamet etmesine kadar ölçü ve nizam içerisinde değerlendirilmektedir. Nasıl ki bir insanın açlıkla, işkenceyle zulme uğramasına sessiz kalınmayacaksa bir hayvanın işkenceye uğramasına da kayıtsız kalınamaz.
Helal ve temiz yiyecekler kapsamında da yasaklar ve sakıncalı bulunan durumlar net bir şekilde müminlere belirtilmiştir. Ne kalbi katılaştıracak kadar nefsine uyan yeme alışkanlığına ne de ihtiyaçlarını, fıtratını hiçe sayan, mahrum bırakan yöntemlere müsaade edilir. Allah (celle celaluhu) insanın her türlü aşırılığa karşı “ifrat ve tefrit”e kaçmadan dengeli olmasını emretmiş; bunu da “Ey Ademoğulları! Her namaz kılacağınızda güzelce giyinin, yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez” (Araf, 31) ayetiyle insanlara bildirmiştir. Burada bize düşen pay, bir beslenme biçimi ya da ideoloji olarak veganlığı kendi değer yargılarımıza, inançlarımıza göre öğrenip sonra da bu eksende değerlendirmek olacaktır. Bu minvalde Allah bir kısım hayvanları etinden, sütünden, derisinden istifade edilmesi için yarattığını belirttiği halde, buna karşı çıkmak, şefkatini Allah’ın şefkatinden daha ileri bir derecede göstermek ciddi bir psikolojik rahatsızlıktır. Aklıselim de bunu kabul etmez.
Vegan Market Artışı İklim Krizine Çözüm Mü?
Çevreye karşı duyarlı olan vegan düşünce, iklim krizinde hayvancılığın yol açtığı gaz salınımının ve tarım alanlarının zarara uğramasının etkili olduğunu savunmaktadır. Buna karşılık olarak vegan beslenmenin hem sağlık hem de çevresel sorunlara çare olacağı düşünülmekte. Bitkisel beslenmenin insanın doğasının gereği olduğunu savunan veganlar; protein değeri yüksek hayvansal gıdaların yerine sebze, meyve, baklagilleri ve takviye edici ürünleri tercih ediyor. Ancak aynı sistemin bir diğer kolu olan vegan endüstrisi de yine yeni bir sömürü çeşidini, vegan sanayisini meydana çıkartıyor. Market raflarında gördüğümüz vegan ürünlerin de fabrika bantlarından geçtiği düşünecek olursak vegan sucuk, vegan peynir, vegan yastık gibi birçok ürünün aynı küresel üretimin birer parçası haline geldiğini rahatlıkla görebiliriz.