Eğer, “Yakîn nedir? Onun kuvvetlenmesi ve zayıflaması nasıl olur diye soruyorsan? Önce yakînin ne olduğunu anlamak, sonra da öğrenmekle meşgul olmak gerekir; çünkü bir şeyin ne olduğu anlaşılmazsa onun talep edilmesi mümkün değildir” dersen, derim ki, önce şunu bil:
Yakin ne demek? Yakîn iki grubun farklı manalarda kullandığı müşterek bir lafızdır. Birinci grup, nazariyeciler ve kelâmcılardır. Onlar, yakîni, şekkin (şüphenin) bulunmaması diye tarif ederler. İkinci gurup, alimler ve sufîlerdir. Bunlar, kişinin bir konuda şüpheye düşmeden o konunun doğruluğuna olan inancının bütün aklına hakim olmasıdır diye tarif ederler.
İçindekiler:
Nazariyeciler ve Kelamcılara Göre Yakin Ne Demek?
Birinci gurubun yakini şekkin (şüphenin) bulunmaması şeklinde tarif etmesinin nedeni nefsin bir şeyi tasdike yönelmesinin dört mertebede gerçekleşmesidir.
Birincisi, tasdik ve yalanlamanın eşit olmasıdır. Buna “şek” denir. Mesela, sana, belirli bir şahıs hakkında, Allah Teâlâ’nın ona azap edip etmeyeceği sorulsa, sen de onun halini bilmesen; onun hakkında olumlu veya olumsuz bir hüküm vermezsin; sana göre iki durum da olabilir. İşte bu hale “şek” denir.
İkincisi, nefsinin bir hükme meyletmesi fakat aksinin de olmasını mümkün görmesidir. Ancak olması mümkün görülen bu durum, birinci görüşü tercih etmeye mani olmaz.
Mesela, sana, güzel ahlâk ve takvasını bildiğin bir kimse hakkında, bu halde öldüğünde azap görüp görmeyeceği sorulsa, sen, onun azap görmemesine azap görmesinden daha fazla meyledersin.
Bunun sebebi onun güzel halini gösteren alametlerin ortada olmasıdır. Bununla birlikte sen, onun iç âleminde ve kalbinde azabı gerektiren bir durumun gizlenmesini de câiz (mümkün) görürsün. Bu ihtimal, önceki görüşünle eşittir, fakat o, ilk hükmü tercih etmene mani değildir. Buna “zan” denir.
Üçüncüsü, nefsin bir şeyi tasdik etmesidir, öyle ki onun doğru olduğu düşüncesi kendisinde hâkim olur; aksini aklına getirmez. Aklına gelse de onu kabule yanaşmaz. Fakat bu tasdik, kesin bir marifete dayalı değildir.
Bu derecedeki tasdikin sahibi, bir şeyin şüpheli ve mümkün olmasını iyice düşünürse, mümkün olduğunu kabul eder. Buna, “yakîne yakın itikad” denir. Avam halkın bütün dinî hükümlerdeki itikadı böyledir.
Çünkü onların kalplerinde, sırf işiterek bu şeylerin doğru olduğu inancı yerleşmiştir. Öyle ki her bir fırka, mezhebinin doğruluğuna, imamının ve ona uyanların isabet ettiğine kesin olarak inanır; eğer onların birine imamının hata etmesinin mümkün olduğu söylense, onu kabule yanaşmaz.
Dördüncüsü, içinde şüphe bulunmayan ve şüphe düşünülmeyen burhan delili yoluyla elde edilen hakiki marifettir (kesin bilgidir). İçinde şüphe ve şüphe imkânı bulunmayan itikada nazariyeciler ve kelâm âlimleri “yakin” ismini verirler.
Bunun misali şudur: Akıllı bir kimseye, “Mevcut varlıklar içinde ezelî olan biri var mıdır?” diye sorulduğunda, onun bunu hiç düşünmeden hemen kabul etmesi mümkün değildir. Çünkü ezelî olan, zâhirî hisle anlaşılmaz.
O, güneş ve ay gibi değildir. Güneş ve ayın varlığı, gözle görülerek kabul edilir. Varlığı ezelî ve zaruri olanın bilinmesi, ikinin birden daha çok olduğunu bilmek gibi zaruri yani zorunlu bilgi de değildir.
Bilakis o şunu bilmek gibidir: Yaratılmış bir varlığın bir sebep (yaratıcı) olmadan meydana gelmesi imkânsızdır. Bu da zaruri bir ilimdir. Aklın ezelî olan varlığı hiçbir hazırlık ve delil olmadan tasdik etmeyip durması tabiidir.
Sonra insanlardan bazıları varlığı ezelî olanı (peygamberlerden, kitaplardan ve âlimlerden) işitir; böylece onu kesin olarak tasdik eder ve bu tasdiki üzere kalır. İşte bu itikaddır. Bütün avam halkın durumu böyledir.
Bazıları kadim (ezelî) olanın varlığını, açık delille (burhanla) kabul eder. Bu delil şudur: Eğer âlemde varlığı ezelî olan biri yoksa bütün mevcudat sonradan olmadır.
Şayet hepsi sonradan olmuşsa, ya mevcudatın tamamı sebepsiz olarak meydana gelmiş veya mevcudatta sebepsiz bir oluş söz konusudur. Bu, imkânsızdır. Bizi imkânsıza götüren de imkânsızdır. Buna göre aklın, kadim bir varlığı kabul etmesi zaruridir. Çünkü varlıkların durumu hakkında üç şık söz konusudur:
Bütün varlıklar ezelîdir. Hepsi, sonradan yaratılmıştır. Bazısı ezelî, bazısı sonradan yaratılmıştır. Eğer hepsi ezelî kabul edilirse, soruya cevap bulunmuş olur. Çünkü hepsi için söylense de bir kadimin (ezelî olan) varlığı sabit oldu. (Yüce Allah dahil) hepsinin sonradan yaratılması imkânsızdır.
Zira bu, varlıkların sebep olarak var olduğu sonucuna götürür. Bu durumda birinci veya üçüncü şık elde kalır (Doğru olanı, mevcut varlıkların içinde kadim olan tek olup O, Allah Teâlâ’dır ve diğer bütün varlıkları O yaratmıştır).
İşte nazariyeciler ve kelâmcılar bu şekilde, (aklî delil ve tecrübeyle) elde edilen her ilme, “yakîn” ismini veriyorlar.
Bu ilim, ister yukarıda belirttiğimiz gibi delille hâsıl olsun, ister hisle (görerek, işiterek, duyarak, hissederek, koklayarak) oluşsun ister varlıkların sebepsiz olarak meydana gelmesinin imkânsız olduğunu bilmek gibi akılla elde edilsin, ister Mekke’nin varlığını bilmek gibi tevâtürle bilinsin, ister ishal ilacının insanı ishal ettiğini bilmek gibi tecrübeyle bilinsin, isterse yukarıda bahsettiğimiz gibi delille bilinsin aynıdır; onlar hepsine yakîn ismini verirler.
Onlara göre yakîn isminin kullanılmasının şartı, o şeyde şüphenin bulunmamasıdır. İçinde şüphe olmayan her ilme kelâmcılar, yakîn ismini verirler. Buna göre yakîn, kuvvetli ve zayıf olarak vasıflanmaz; çünkü şüphe giderilmişse mesele tamamdır, onda farklılık yoktur.
Ebû Tâlib ei-Mekkî’ye Göre Yakin Nedir?
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb isimli eserinde der ki: “Yakîn üç mertebededir.
- Muayene, müşahede mertebesi: Bu mertebede bilinen, görülene ters düşmez; Allah’ı bilen kimse O’ndan en iyi haber verendir. Bu yakîn mertebesi, sıddıklar ve şehidlere hastır.
- Tasdik ve teslim mertebesi: Bu, haberlerde kendisini gösterir. Bu mertebede Allah’ı bilen kimse, O’ndan haber veren bir Müslümandır. Bu, müminlere ait bir yakîn mertebesidir. Onlar ebrâr sınıfıdır. İçlerinden bir kısmı salih, bazısı da daha aşağı bir haldedir.
- Yâkinin üçüncü ve en alt derecesi zan mertebesidir. İkinci mertebe hakkında bir kaç mesele daha anlattıktan sonra bu üçüncü mertebeye geri döneceğiz
Yakinin ikinci mertebesi hakkında Âyet-i kerimede, ‘Bu onların ancak iman ve teslimiyetlerini artırdı”1 buyrularak imanın artması ve eksilmesi yönüne işaret edilmiştir.
Bu mertebede bulunanların iman ve yakîni bazen onu takviye edecek sebeplerin bulunmayışı ve ihtiyaç duyulan şeylerin noksan olmasıyla zayıflar.
Sebeplerin bulunması ve normal seyrin devamıyla da kuvvetlenir. Onlar, vasıtalara nazar ve takılmaları sebebiyle perdelenirler, aynı zamanda onlar sayesinde gerçeği keşfederler.
Halkla iç içeyken ünsiyet ve gayret içinde; onlardan ayrı iken vahşet ve noksanlık halindedirler. Aralarında çeşitli ihtilaflar ve değişik görüşler bulunabilir.
Bu, onların eşyaya ve olaylara değişik bakışlarından ileri gelmektedir. Yakînin üçüncü ve en alt derecesi zan mertebesidir. Bu, ilim, doğru haber ve âlimlerin sözleriyle kuvvet kazanır.
Bu gruptakiler, Allah Teâlâ’nın özel yardımı ve nasibi ile imanlarını kuvvetlendirirler. Delillerin yok olması ve söz sahiplerinin susmasıyla zayıflar. Bu, istidlale, aklî ilim ve izahlara dayanan bir anlayıştır.
Müslüman kitlede, re’y, aklî ilim ve kıyasa dayanan kelâmcıların yakîni bu kısma girmektedir. Allah Teâlâ’ya yakînen inanan herkes bir çeşit tevhid ve marifet ilmine sahiptir.
Ancak herkesin ilmi ve marifeti yakîni ölçüsündedir. Yakîni de imanının safiyet ve kuvveti nispetindedir. Herkesin imanı Allah’la muamele ve edebe riayeti ölçüsünde kuvvet bulur.
Demek ki marifet ilimlerinin en üstünü ayne’l-yakîne dayanan müşahede ilmidir. Bu ilim mukarrebîn makamındaki ehlullaha hastır. Onlar bu ilmi, kurbiyet makamlarında, ilâhî huzurdaki söz ve ünsiyetlerinde elde etmişlerdir.
Marifet ilimlerinin en düşüğü ise inkâr ve şüphelerin ortadan kalkmasından sonra oluşan İslâm’ı kabul ve teslim ilmidir. Bu umumen müminlerin sahip olduğu iman ve onun artmasıyla ilgili bir ilimdir ki, ashâb-ı yemînin sahip olduğu da bu ilimdir.
Marifet ilimlerinin en yükseği olan müşahede ilmiyle, en alt derecesini oluşturan kabul ve teslim ilmi arasında, mukarrebîne ve ashâb-ı yemîne ait pek çok derece vardır”2
Fakihlere ve Sûfîlere Göre Yakîn Manası
Yakîn kelimesinin ikinci kullanımı fakihler, sûfîler ve âlimlerin çoğunluğunun kullanımı olup onlara göre yakîn, kişinin bir konuda şüpheye ve aksi bir ihtimale düşmeden, o konunun doğruluğuna olan inancının bütün aklına hâkim olmasıdır.
Hatta ölümün gelmesinde şüphe olmadığı halde, “Falanın ölüme yakîni zayıftır” denir. Aynı şekilde, rızkın kendisine gelmeme ihtimali bulunduğu halde, “Falanın rızkın gelmesi konusundaki yakîni kuvvetlidir” denir
Nefis ne zaman bir şeyi tasdike yönelir, o şey hakkındaki inancı kalbine hâkim olur, her yanını sarar; öyle ki aksine ihtimal vermeyip onu engelleme konusunda nefiste tam manasıyla hükmeder hale gelirse, işte ona “yakîn” denir.
İnsanların hepsi, ölümün gelmesine kesin olarak inandıkları ve bu konuda şüpheden uzak oldukları halde, onların içinde bazıları ona yönelmez ve ölüme hazırlanmaz; bu durumda o, sanki ölüme yakînen inanmayan kimse gibidir.
Bazı insanların ise ölüm inancı kalbini sarar, bütün himmet ve gayretiyle ölüme hazırlanır, onun dışındaki bir şeye vakit ayıramaz. İşte bu hale sahip olan kimseye, “yakîni kuvvetli” denir. Bunun için seleften biri (Seleme b. Dinar) demiştir ki:
“İçinde yakîn bulunmayan şüpheye, kendisinde şüphe bulunmayan yakînlerden ölüm gibi benzeyeni görmedim.”3
Bu tarife göre yakîn, kuvvetli ve zayıf olarak tanımlanır.
Biz, “Ahiret âlimlerinin alametlerinden biri de bütün gayretini yakîni kuvvetlendirmeye sarf etmesidir” sözümüzle yakînin her iki manasını kastettik. Buna göre yakîn, şüphenin giderilmesi, sonra insanın bütün benliğini sarması, öyle ki ona tamamen hâkim olup her işinde etkisini göstermesidir.
Bunu anladığında, bizim, “Yakîn, kuvvetli-zayıf, az-çok, gizli-açık olarak üç kısma ayrılır” sözümüzün ne manaya geldiğini anlarsın.
Yakînin kuvvetli ve zayıf olmasına gelince, bu durum fakih ve sûfîlerin tarifine göredir. Bu, yakînin kalbi sarıp istila etmesi halidir. Yakînin kuvvet ve zayıflıkta dereceleri sonsuzdur. İnsanların ölüme hazırlanmalarındaki farklılık, bu manadaki yakînin farklı oluşuna göredir.
Yakînin gizli ve açık oluşundaki farklılığa gelince, bu da inkâr edilemez. Kalbin bir şeyin olmasını câiz (mümkün) görmesi yönünden yakîne ârız olan gizlilik ve açıklık -ki bununla da ikinci tarifi kastediyorum- o da inkâr edilemez bir durumdur.
Şüphenin giderilmesi yönüyle ârız olan duruma gelince, onu inkâr etmeye de yol yoktur. Mesela sen, Mekke’nin varlığını tasdikinle Fedek’in varlığını tasdikin arasındaki farkı görebilirsin.
Yine sen Hz. Musa’nın [aleyhisselâm] varlığını tasdik edişinle Hz. Yûşa’nın (aleyhisselâm) varlığını tasdik edişin arasındaki farkı da görebilirsin. Her iki durumda da şüphe etmezsin.
Çünkü onların tespiti tevâtüre dayanmaktadır. Fakat Mekke’nin varlığı ile Hz. Musa’nın varlığının senin kalbinde diğerlerinden daha açık ve kesin olduğunu görürsün. Zira onları bilme sebebin daha kuvvetlidir. Bu sebep, haber verenlerin çokluğudur.
Nazariyelerle uğraşanların ilimleri bilmesi de böyledir. Şüpheyi giderme yönüyle eşit olsalar da bir delille ortaya konan şeyle, birçok delille ortaya konan şeyin açıklığı bir değildir.
Bazen ilmi kitaplardan okuyarak ve işiterek öğrenen kelâmcı, bunu inkâr eder, fakat anlattığımız farklı hallerden neyi idrak ettiğine bakmaz.
Yakînin azlığına ve çokluğuna gelince, bu da yakînle alakalı şeylerin azlık ve çokluğuna göredir. Mesela, “Falan adam filancadan daha fazla ilme sahiptir” denir. Yani onun mâlumatı daha çoktur denmek istenir.
Bunun için bazı âlimler, dinî hükümlerin hepsinde kuvvetli yakîn sahibi olur; bazıları ise bir kısmında kuvvetli yakîne sahip olur (bazısında yakîni zayıf kalır).
Eğer, “Şüpheyi gidermek veya kalbi tamamen sarmak manasıyla yakînin kuvvetli-zayıf, az-çok, gizli-açık oluşunu anladım. Yakînin bağlı olduğu işler ve cereyan ettiği haller nedir? Yakîn nerelerde istenir? Bunları bilmeden yakîni arayamam” dersen, derim ki:
Önce şunu bil: Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun, başından sonuna kadar peygamberlerin getirdiği her şey (bütün ilâhî hükümler) yakînin cereyan ettiği (ve istendiği) alandır.
Çünkü yakîn, (kalpten şüpheyi gideren ve kesin bilgi ifade eden) özel bir marifettir. Onun bağlı olduğu şeyler, dinlerin getirdiği ilimlerdir ki onları saymak mümkün değildir, fakat onların asılları sayılan bazı önemli ilimlere işaret edeceğim.
Bu ilimlerden biri tevhiddir. Tevhid, her şeyi, sebepleri yaratan Allah’tan görmek, aradaki vasıtalara yönelmemek, bilakis onları ilâhî hükme boyun eğmiş kendilerine ait bir hükmü bulunmayan varlıklar olarak görmektir. Bunu tasdik eden kimse yakîne ulaşmıştır.
Eğer imanla birlikte kalbinden şüphe tamamen silinip atılmışsa o, iki manasından biriyle yakîne sahiptir. Şayet imanla birlikte kalbinde manevi bir hal hâkim olup ondan vasıtalara kızmayı, onlardan razı olmayı, onlara teşekkür etmeyi gidermiş ve kendisine nimetlerin ulaşmasında vasıtaları, yazı yazarken elin kullandığı kalem yerine koymuşsa, o zaman ikinci manadaki yakîne sahip olmuş olur.
Bu, en şerefli olanıdır. O, birinci manadaki (kalpten şüpheyi gideren) yakînin meyvesi, ruhu ve neticesidir.
İnsan, güneşin, ayın, yıldızların, cansız varlıkların, bitkilerin, hayvanların ve bütün yaratılmış varlıkların Cenâb-ı Hakk’ın emrine boyun eğdiğini, hepsinin kâtibin elindeki kaleme benzediğini, ezelî kudretin hepsinin ortaya çıkış kaynağı olduğunu kesin olarak bilince, kalbini tevekkül, rıza ve teslimiyet hali sarar; böylece varlıklara kızmaktan, kinden, hasetten ve kötü ahlâktan uzak bir yakîn sahibi olur.
Bunlar, yakîne ulaşma kapılarından biridir. O ilimlerden biri de Allah Teâlâ’nın,
“Yeryüzünde bulunan bütün canlıların rızkı, ancak Allah’a aittir”4 âyetinde verdiği rızık garantisine güvenmektir. Bu konudaki yakîn, kendisine takdir edilen rızkın muhakkak ona geleceğine inanmaktır.
Bu inanç kalbini sarınca, rızkını güzel bir şekilde (helâl yoldan) talep eder, fazla hırs göstermez, tamah etmez, rızık eline geçmeyince üzülmez. Bu yakîn ona ayrıca taatleri ve güzel ahlâkı kazandırır.
O ilimlerden bir diğeri, “zerre kadar hayır ve şer yapanın onu göreceği” inancının kalbe hâkim olmasıdır. Bu, sevaba ve azaba yakînen inanmaktır. Öyle ki açlığı gidermek için ekmeği gerekli gördüğü gibi, sevaba ulaşmak için de taatleri gerekli görür.
Aynı şekilde zehirin ve zehirli yılanların insanları helâk ettiğini kabul ettiği gibi, isyanların da insanı azaba düşürüp helâk ettiğini bilir. Karnını doyurmak için ekmeği elde etmeye gayretle yöneldiği, onun azını ve çoğunu koruduğu gibi; sevaba ulaşmak için de az çok demeden bütün taatlere şevkle yönelir.
Aynı şekilde, zehirin azından ve çoğundan sakındığı gibi, günahların da azından çoğundan, küçüğünden büyüğünden kaçınır.
Birinci manasıyla yakîn (kalpten şüphenin giderilmesi), bütün müminlerde bulunur. İkinci manasıyla yakîn ise ancak mukarrebînde (Allah katında özel yakınlığa ulaşmış ârifler) bulunur.
Bu yakînin neticesi, bütün hareket, davranış ve düşüncelerini samimi olarak murakabe (kontrol) etmek, takvada ileri gitmek ve bütün kötülüklerden sakınmaktır. Yakîn ne kadar çok olursa, o derecede günahlardan sakınma ve taatlere sarılma gerçekleşir.
Bu yakînin meyvesi şudur: Allah Teâlâ’nın her halde seni gördüğünü, kalbindeki vesveseleri, gizli düşünce ve fikirlerini müşahede ettiğini bilmendir. Bu, yakînin birinci manasıyla her mümin tarafından kesin olarak bilinen bir durumdur.
O, bu konuda kalpte bir şüphenin bulunmamasıdır. Yakînin asıl maksat olan ikinci manasına yani hakikati gözle görmüş gibi kesin bilmeye gelince o, çok yüksek bir marifet ve çok şerefli bir hal olup sıddıklara hastır.
Bunun neticesi, insanın tek başına iken bütün hallerinde ve amellerinde kendisine bakan yüce bir sultanın huzurunda oturan kimse gibi edepli olmasıdır. O, bütün amellerinde edepli, mütevazi, sükûnet içinde ve edebe aykırı her şeyden sakınan biri olur.
İçindeki düşüncelerinde de zâhirî amellerindeki hali korur. Çünkü zâhirde yaptığı işleri insanlar bildiği gibi, Allah Teâlâ da onun iç âlemini bilmektedir.
Bunu yakînen bildiğinden, insanlar için dışını süslemekten daha fazla Cenâb-ı Hakk’a güzel görünmek için iç âlemini mâmur etmeye, temizlemeye ve kötülüklerden korumaya son derece gayret gösterir.
Yakînde ki bu makam kişiye hayâ, korku, kalp kırıklığı, zillet, alçak gönüllülük, ağırbaşlılık ve birçok güzel ahlâk kazandırır. Bu güzel huylar da onu birçok kıymetli taatleri yapmaya götürür.
Bütün bu (güzel hal ve vasıflarla ilgili) konularda yakîn, bir ağaca benzer. Kalpteki bu güzel huylar da ağacın dallarına benzer. Bu ahlâk ve huylardan ortaya çıkan ameller ve taatler, dallardaki çiçek ve meyvelere benzer.
Yakîn hepsinin aslı ve temelidir. Onun burada saydıklarımızdan daha fazla yolları ve kapıları vardır. Kitabımızın “el-Münciyât” kısmında (insanı kurtaran güzel huyların anlatıldığı bölümde) bu konuda geniş açıklama gelecek inşallah.
Yakin ne demek sorusunun cevabının anlaşılması için bu kadar açıklama şimdilik yeterlidir. Araştırmalarım sürdükçe eklemeler yapacağım inşallah. Diğer yazılarımı okumanızı bekliyorum hayırla kalın.
Kaynakça
- (Ahzâb 33/22)
- Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtül-Kulûb: Kalplerin Azığı (trc. Yakup Çiçek – Dilaver Selvi), 2/33-34.
- Son kısmı az farklı bir rivayet için kaynak: Ebû Nuaym, Hilyetül-Evliyâ, 3/269. Yani ölüm, kendisinde hiç şüphe bulunmayan bir gerçek olduğu halde, insanların ona karşı tutumları onu sanki şüpheli bir şeymiş gibi göstermekte ve böylece ölüm şüpheli şeylere benzemektedir.
- (Hûd 11/6)