Akşehir’in beyleri Nasreddin Hoca’yı da bir ziyafete davet etmişler. Herkes kürküyle kaftanıyla giderken Hoca davete günlük kıyafetiyle gitmiş. Gitmiş ama ne hoşgeldin diyen var ne buyur eden. Hoca bir koşu evine giderek sandıktaki işlemeli kürkünü giyip yemeğe geri dönmüş. Az önce hoşgeldin bile demeyenler şimdi Hoca’nın önünde eğilmişler, hürmet gösterip baş köşeye oturtmuşlar. Kuzunun en has yerini de önüne koymuşlar. Vaziyeti gören Hoca, kürkünün geniş kolunu sofraya uzatıp sallamış, “ye kürküm ye” demiş.
Yaşadığımız şu “kozmatik çağı”nda insanları görünüşüne göre değerlendirmek artık normal ve tabii. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak kendi görünüşümüze daha fazla önem veriyoruz. Yani gerçekte ne olduğumuza ya da ne olmak istediğimize göre değil, başkaları tarafından ne olmamız istendiğine göre kendimize ayar veriyoruz.
İnsanın varlığını başkalarına hissettirme ve görünme arzusu, bu durumun temel nedenlerinden biri. İnsanoğlu tarih boyunca malıyla, makamıyla, itibarıyla, bilgisiyle kendisini görünür kılmaya çalışmıştır. Farklı olan şu ki; bu durum hiçbir dönemde imkânı, itibarı ne olursa olsun herkesi şimdiki kadar etkilemiyordu.
Maskenin altında kim var?
Modern dönemle birlikte varlığını ispat etme ve görünür olma arzusu toplumun her açıdan bütün katmanlarına yayıldı. Bugün yaş, cinsiyet, mekân ve imkan fark etmeksizin büyük çoğunluk dünyevî eklentilerle görünür olmaya çalışıyor. Bir başka ifadeyle Hakk’ın rızası yerine halkın rızasını gözetiyor. Hak Teâlâ üstünlük olarak imanı ve takvayı işaret etmişken üstünlüğün zenginlik, soy, itibar, güç ve iktidarda olduğu düşünülüyor.
Aslolan insanın kalbi ve aklı iken, hatta insana bunlara sahip olduğu için insan denilmişken üstünlüğü eklentilerde ve ilişkilerde aramak büyük bir çelişki.
İnsan, görünen varlığının ötesinde bir hakikate sahiptir ve aslında bu hakikati idrak etmek için diğer insanların tanıklığına, ilgisine ve onlara görünmeye muhtaç değildir. Dindeki ihlâs ve ihsan tam olarak budur.
Şu soruyu samimiyetle kendimize sorabilmeliyiz: “Her biri bir tür maske olan dünyevî eklentilerimiz bizden alınsaydı geride kalan ‘ben’ nasıl biri olurdu?”
Hikmet-i ilâhî ile hac farizası bu sorunun cevabı niteliğinde. Rabbimiz imkânı olanlara hayatta bir kez bunu tecrübe etmeyi emrediyor. Hacdaki ihram aslında bir giyme değil çıkarma eylemidir. İhram, bizi ayrıştıran, başkalarından farklı kılan bütün eklentilerin çıkarılması ve herkesin görünüşte eşitlenmesidir.
İhramlı iken başın açık olması ve sonunda tıraş edilmesi, sembolik değerler taşıyan bütün başlıkların çıkartılması demektir ve yine görünüş bakımından herkesin eşitlenmesidir. Tavaf, Hakk’ı merkeze alarak dönmek suretiyle bir anlamda üzerimizdeki bütün sargıların tek tek çözülmesidir.
Hacdaki kurban emrinin, ölüp yeniden doğarak her şeyi sıfırlamayı ve hayata yeniden başlamayı sembolize ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü kurban, İsmail aleyhisselam kıssasında olduğu üzere insanın canına bedel olarak yapılan bir ibadettir.
Hacda isimler, unvanlar, lakaplar ve kimlikler de ikinci plana düşer. Bundan dolayı hacdan gelene çoğunlukla ismiyle değil “hacı” diye hitap edilir. Hacı unvanı diğer unvanların önüne geçer.
Yani hac, dünya ile âhiret arasındaki mesafenin en çok kısaldığı, aradaki perdelerin en çok inceldiği, dünyevî yüklerimizin en çok hafiflediği ve üzerimizdeki eklentilerden en fazla kurtulduğumuz ibadettir.
İsimler ve eklentiler
Nasreddin Hoca’nın “kürk” hikâyesinden yola çıkarsak, insana giydirilen kürkler içinde isimlerimiz ve kimliklerimiz apayrı bir yer tutar. İsimler bir insanı diğerlerinden ayırt etmek için verilir. İlk kürkümüzü de isimler üzerinden giyeriz. İsmimiz bizi ayrıştırmaya yetmediğinde ona eklentiler yapmaya çalışırız.
Babamız asil ve meşhur birisiyse kendimizi “filancanın oğlu” diye vasıflandırırız. Bir alanda öne çıkmışsak bize ona uygun lakap takılır ya da mesleğimizle alakalı unvanlar alırız ismimizin önüne. Bütün bunlar kişinin ayırt edici özellikleri olarak normal ve meşrudur. Fakat bir statü ve itibar unsuru olarak kullanılmaya başlandığında işler değişir. Artık kişiye asıl kıymetini veren imanı ve ameli, Hak Teâlâ’nın nazar ettiği kalbi geri plandadır. Bunun yerine insanların görüp itibar ettiği eklentileri öne öne çıkmıştır.
Modern dünya, önce imajı ve algıyı gerçekliğin önüne aldı, gerçekliğin yerine ikame etti. Böylece insanın hakiki varlığı ve donanımı itibarını yitirdi. Bedeni kalbin, dünyevî itibarı manevi kemalâtın önüne geçirdi. Böylece modern insan bir imaj nesnesi haline gelerek kendisini başkalarının gözüyle inşa etmeye başladı.
İnsanın kendi gerçeğini saklama sahteciliğinden ya da başkalarının algısı üzerinden kendisini var etme hastalığından kurtaran en etkili yöntemi sûfîler uygulamıştır. Nitekim tasavvuf kelimesinin kendisi, kelimenin kullanılmaya başlandığı devirlerin prestiji en düşük giysisi olan kaba yün elbiseyle ilişkilidir. “Sûfî” kelimesi “yün elbise giyen” demektir.
Sûfîlerin giyim kuşam meselesine büyük önem vermeleri boşuna değildir. Çünkü elbiseler ihtiyacın ötesinde, aynı zamanda statüyü ve maddi imkânı dışa vuran, sahibine kimlik kazandıran sembollerdir. Sûfîlerin dokunmuş kumaşı bile terk edip, kaba örgü veya keçe yünden mamul elbiseyi tercih etmeleri hem bu dünyevî statü ve sembollerden sıyrılmayı, hem dünyanın süsünü terk etmeyi ifade eder. Yani ihramda olduğu gibi dünyaya ait kimliğin terkidir.
Sûfîlerin terkleri ve tercihleri
Sûfîlerin bu tavrı son derece radikaldir. Çünkü dünyevî itibar ve statünün reddi, aynı zamanda insanın inşa ettiği sosyal düzenin ters yüz edilmesi demektir. Çünkü insanın icat edip uyguladığı bütün sistemlerde, hiyerarşik bir düzen içinde statüler vardır. Kılık kıyafette, konuşmada, beden dilinde bunları belli eden semboller kullanılır. Sûfîlerin odağında ise sadece Allah Teâlâ vardır. O’nun azameti ve iradesi karşısında kral da köle de birdir. Dünyanın en itibarlı statüsü bir yana, dünyanın hepsi verilse gözlerinde kıymeti yoktur. Nitekim tasavvuf “dört terk”le özetlenir: Dünyayı terk, ukbayı terk, varlığı terk, terki terk.
Sûfîlerin yaşam öykülerine bakıldığında bu söylemin lafta veya fikirde kalmadığı, doğrudan uygulandığı görülür. Mesela İbrahim b. Ethem kuddise sırruhû tacını tahtını terk edip sultanlık kaftanını bir çobana vermiş, çobanın kaba giysisini de kendisi giymiştir. Alaaddin Attar hazretleri malı ve serveti, Aziz Mahmud Hüdâî hazretleri padişahın çok önemli makam teklifini, Mevlânâ Hâlid Bağdâdî hazretleri ilmî itibarını terk etmiştir. Mevlâ Teâlâ hepsinin sırrını âlî ve mukaddes kılsın.
Sûfîler bazen sadece terk etmekle de kalmazlar. Bulundukları statünün tam zıddına tercihler yaparak nefslerini zelil ederler. Kadılık yaptığı şehirde ciğer satmak, zenginliği ile ün bulduğu şehrin pazarında iplik satmak, ilmiyle büyük hürmet görürken tekkenin helalarını temizlemek gibi…
Sûfîlerin dünyevî eklenti ve maske suniliğinden kurtulmak için yaptıkları terkler ve tercihler elbette kolay değil. Fakat statü endişesi ve imaj yükünün altında ezildiğimiz bu çağda kendi özümüze dönmek, özümüzle yaşamak için bir şeyler yapmamız gerekiyor.
Bu yolda ilk adım Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Seniyye’nin ölçülerini hatırlamak. Bu ölçüye göre insan olarak hepimiz Hak katında eşitiz. Hesap gününde mal, makam, evlat işe yaramayacak. Selîm bir kalp taşıyorsak ebedi itibara kavuşacağız. Yani üstünlük dünyanın aldatıcı süsleriyle değil, iman ve takva ile mümkün.
Mümin vasfımızla mümin olmayanlardan üstünüz. Onlar şimdilik dünyanın efendileri gibi görünüyor olsalar da. Biz takva elbisemizi kuşanarak Rabbimize yaklaşma gayreti gösterdikçe önümüze ummadığımız kapılar açılacak, gerçek üstünlüğe ulaşacağız.