İçeriğe geç

Yüz Yıl Yaşamak

    Doksan altı yaşında bir insan tanıyorum. Dünya ile bağının her geçen gün daha da azaldığını, bedenindeki izlerden ve tavırlarından fark edebiliyorum. Teninin günden güne beyazlaması, kemiklerinin belirginleşmesi, olan bitene dair merakının azalması ve sessizce günleri devirmesinden. Neredeyse yüz yıl yaşamışsa bir insan, bu dünyada neler görmüştür kim bilir diye düşünmeden edemiyorum. Bildiğim kadarıyla tasavvur ediyorum mutlu anlarını ve acılarını. Acıları ne çok… Ama şimdi tüm geçmişi sanki sıfatlardan azade. Mutluluk ve keder onun için eşitlenmiş gibi. Bu akıl almaz sükunetin dayandığı noktayı arıyorum.

    Firavun’un ailesinden iman ettiğini gizleyen mümin bir adam vardı. “Ey kavmim!” demişti, “Bu dünya hayatı bir sürelik yararlanmadan ibarettir; ahirete gelince, ebedilik yurdu işte orasıdır.”1 Dünyanın mutlu ve acı tüm anlarıyla gelip geçici olduğunu en iyi kim anlar? Hayatının baharında, gücü ve imkanları yerinde, geleceğe dair hayalleri olan biri mi? Yoksa doksan altı ayrı sene deviren; sevdiği insanlardan, evinden, alışkanlıklarından çoktan uzak düşmüş, uyandığı günden yeni bir beklentisi olmayan biri mi? Peki ya imanını gizleyen o adam acaba kaç yaşındaydı? Belki tecrübe ırmağında yıkanmış bir yaşlı, belki en kudretli çağını yaşayan bir gençti. Dünyanın geçiciliğine ilişkin idraki ise muhakkak ki yaşından başka bir şeyle ilgiliydi.

    Satır aralarında buluyorum aradığımı. Vicdana imdat olarak yetişiyor ahirete iman. Mutluluğa kapılıp haddi aşmaya set olduğu gibi, en çok da kalbin yarasına merhem diye sürülüyor. Acıdan kabarıp neredeyse taşacak olan sadırları teskin ediyor. Kaybettiklerimizi bulacağımız, ayrı düştüklerimizle kavuşacağımız, eksik kalanları tamamlayacağımız yer orası. Ahirete iman, yüz yıl yaşamak gerekmeden bir idrak bahşediyor bize. Bu dünyada bedenin, malın, makamın, hatta sevincin bile emanet olduğunu bilmemizi sağlıyor. Ahirete iman dünyadan gitmeyi bitmek olmaktan çıkarıp, yeni bir yaşama doğmak haline getiriyor. İşte bu, acısıyla baş başa kalanlar için ne büyük bir ümit… Ve ne sağlam bir dayanak…

    Dünyanın bir yüz yılına tanıklık ederken çizgilerle dolan o yüz, büyük acılarıyla baş etmek için defalarca sırtını dayadığı bu duvara bakıyor artık. Onu görüyor, ona dokunuyor ve her şey geçip giderken onun hep orada olduğunu biliyor. Kalbinde kök salan ahiret inancının dallarında olgun bir meyve beliriyor: Sabr-ı cemil. Ömrü boyunca kim bilir kaç defa Yakub aleyhisselamın izinden gidip “Artık bana düşen güzel bir sabırdır.”2 dedi? Kaç yeni güne kulağında “Sabret! Allah güzel davrananların mükafatını zayi etmez”3 hitabıyla uyandı? Kaç karanlık gününü Muhammed aleyhisselamın “Sabır ışıktır” sözüyle aydınlattı?4 Artık yüz yılın sonuna gelirken sayısız kez tecrübe ettiği acıyla savaşmıyor, acıyı yok saymıyor. Sabrettiği her acıyı ebedi dünyasına bir güzellik olarak uğurluyor. Ve her ne yaşıyorsa, onun ahiret alemindeki çehresini düşlüyor…