Ben bir alışamamışım. Alışamamış, evet. Bütün ömrümüzün alışkanlıklardan örülmüş olmasına inat. Her defasında şaşkınlığa kesiliyorum. Tepeden tırnağa. Olmuyor, yapamıyorum.
Bir defasında babam ölmüştü. İnsanın babası bir defa ölür zaten. Öyle büyük bir acıydı ki. Tırnaklarımı tek tek çekiyorlar zannettim. Vücudumun her zerresine iğneler batıyor zannettim sonra. Sırtımı sıvazladı yanıma gelenler. Teselli dolu cümleler kurdular. Gözlerine baktım. Kulaklarım vardı fakat işitmiyordum onları. Anlamadılar. Alışırsın, dediler en çok. Alışacaksın. Olmadı, yapamadım. Her sabah gözümü ilk açtığımda, kalbimdeki koca boşluğu duyumsadım. Tırnaklarım çekildi yine. Canım acıdı. Her zerrem ağrıdı. Anlatamadım, anlamadılar. Yaşamaya devam ettim yine de. Bunca şeye rağmen.
Sonra bir iş buldum. Deli divane oldum sevinçten. Emeklerimin karşılığı, diye dört döndüm. Çıldırmış gibi bir sevinç. Sakin ol, dediler benimle birlikte gülenler. Alışırsın. Bu alışkanlıkla yaşar, zamanla bıkarsın. Yine yanıldılar. Her sabah aynı sevinçle uyandım. Hep koşarak gittim işe. Daima coşkuyla attı kalbim. Diğer sevinçlerim için de aynı oldu üstelik. Ve diğer kayıplar ve hüzünlerim için de.
Bir gün tam koridordan geçerken gözüm aynaya ilişti. Her gün yanından geçip gitmekten varlığını kanıksamış ve sanki uzun süredir kafamı çevirip bakmamıştım ona. Kendime. Sevinçlerden ve hüzünlerden yoğrulmuş kendime baktım. Bana bakan kendime. Kendime bakan bana. Uçlarda gezen yanlarımı izledim. Her sabah birbiriyle çarpışan, kızan, seven, sarılan ve savaşan duygularımı izledim. Onları; coşkulu gözyaşlarımla şen kahkahalarımı. Elimi uzattım ardından. Kendi yakama yapıştım. Salladım. Ben öyle yapınca, yansımam da aynını yaptı bana. Halının üzerine oturdum. Onunla konuşmaya başladım.
Ben, dedim. Bu koskoca dünyada her an kalbimi yoklayan acıya dayanamayıp öleceğimi sanmıştım. Yahut bu coşkun sevinçleri yaşamaktan delireceğimi. Ama hiçbiri olmadı. Ben böyle anlatınca, “Ne istiyorsun peki?” dedi. “Kendimi kaybedene kadar şu koskoca evreni dolaşmak…” diye yanıtladım kendimi. Kendini, evreni dolaşarak kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu hiç bilmiyorum. Bulmanın ilk kuralı kaybetmek ama. Bunu biliyorum. Gözlerime baktım. Gözlerime ilk defa gerçekten bakıldığını hissettim. İlk defa gerçekten baktığımı. Ve insanın kendi gözlerine dikkatle bakarsa oradan kalbini görebileceğini anlayıp ürperdim. “Bedenini dolaştırarak kaybolunca, bulacağını mı sanıyorsun hakikaten?” diye sordu.
Sustum. Bu sorunun cevabını düşünmemiştim hiç. İnsan kaybolmadan kaybettiklerini nasıl bulur? Ayağa kalktım. İşe gidecektim. İçimde bir şeyler kırıldı. O eski sevincim yok oldu bir anda. İnsan kaybettiklerini bulmadan nasıl kaybolur?
Kalbimi Bulup Çıkaracağım
Her sabah uyandığımda aynı sevinçleri ve üzüntüleri çarpıştırıyorum. İçimdeki kargaşadan kapkaranlık oluyor her taraf. Gözlerimi kısıyorum. Karanlığa alışırsam seçerim yitirdiklerimi diye bekliyorum bir müddet. Alışamıyorum. Ardından ellerimle yokluyorum her şeyi. Yerli yerinde duruyor. Bütün uzuvlarım, üzüntülerim ve sevinçlerim. Onların ortasında fırlatılan bir top gibi, duvardan duvara çarpa çarpa, alışmadan ama kabul ederek yaşıyorum. İnsan karanlıkta yolunu nasıl bulur?
Bütün cesaretimi toplayarak dönüyorum aynaya. Kendi gözlerime bakıyorum yeniden. Bu defa başka. Oradan kalbimi bulacağım. Kalbimi bulup çıkaracağım. Zaten kaybolmuşum. Kaybolmak için boşuna uğraşıyorum. İnsan bir defa kaybolursa hep kayıp sayılır. Bulunamadan yeniden kaybolamaz elbette. Kaybolmaktan değil, bulunmaktan başlayacağım. Alışamayışlarımı yadırgamadan. Burası dünya. Alışamama yeri evvela. Yadırgama.
İşe gidiyorum. Mutluyum. Bütün kayıplarım için üzgünüm bir taraftan. Gözlerimi kısıyorum. Hiçbir şeyi seçemiyorum olması gerektiği gibi. Aldırmıyorum. Ben bir alışamamışım ne de olsa. Alışmaya çabalamıyorum. Önce kendi içime dönmeyi öğreneceğim. Kendi kalbimin yerini belleyeceğim. Sonra onunla birlikte yürüyeceğim. Yadırgayıcı bir yürüyüş olacak. Bunun için üzülmeyeceğim. Burası dünya, diyeceğim. Alışmaman gereken yer. Yarım kalınan. Yarım bırakılan.