İçeriğe geç

Dijital Bebekler

    Biliyorsunuz bu devrin bebeleri dijital. Hayır hayır, dijital dünya ile yakından haşır neşir olmaları meselesinden bahsetmiyorum. Bizim bebeler donanım ve teknik olarak dijitaller. Hassasiyet, kırılganlık, alınganlık diz boyu. Kuşun kanadından yel alıp hasta olurlar, acık sesimizi yükseltsek depresyona girerler, yanlarında tartışan olsa dehşete kapılırlar. 

    Biz öyle miydik? Sokakta oynarken ayağımıza demir çubuk girse elimizle çıkarıp geri oyuna girmeye çalışırdık. Dizlerimize kadar kara batıp, umumiyetle altı su alan ayakkabılarımızın içine dolan kar suyuyla okulda ders sonuna kadar gık çıkarmaz, kolay kolay da hasta olmazdık. Olsak ne fayda? Analarımız alnımıza sirkeli bez yerleştirir, ıhlamur kaynatır, sobanın yanında iyice terleyince de sırtımıza havlu koyardı ve iyileşirdik. Aşağı mahallenin çocuklarıyla kavga falan çıkarsa sokağımızı aslanlar gibi savunmak için tek yürek olur, gerekirse efendi gibi dayağımızı yerdik ama ana babalarımızın bundan haberi bile olmazdı. Eve gelip sızlanmazdık çünkü. Ama bilin bakalım iki nesil arasındaki bu büyük farkın müsebbibi kim? Evet bildiniz! Tabi ki o günlerin çocuğu, bugünlerin ana babası olan bizleriz.

    İnternetten, kitaplardan, uzmanların konuk olduğu sabah programlarından, eşten dosttan edinmeye çalıştığımız donanıma riayet edip şahane anne babalar olma gayretimize elbette lafım yok, olamaz da. Hepimiz elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz elbette. Ama çocuk yetiştirme hassasiyetinin dozunu biraz kaçırdık gibime geliyor. Vay efendim psikolojileri bozulmasın, yok karakterleri eksik gelişmesin, aman travma biriktirmesinler diye diye bebelerde de kendimizde de zerre huzur bırakmadık. Huzuru da geçtim, artık bazı dengeler de şaşmaya başladı. Çocuklarımıza lüzumundan fazla hizmet ettiğimiz kâfi gelmiyormuş gibi, bir de üstüne o hizmeti yapmak için izin istemeye başladık. 

    “Oyunun bitince haber verir misin annecim, izninle tırnaklarını kesmek istiyorum.” 

    “Annecim eğer müsaitsen seni yıkayabilir miyim, parkta çok terlediniz. Hadi annem…”

    “Yavrucum eğer sen ve paşa gönlün müsade ederseniz akşama size ayrı yemek yapmak istiyorum, sebze yemezsin sen şimdi. Ne pişireyim sana kuzum?”

    E, haliyle bu kadar şımartılan çocuk da ara sıra efendilik ve kölelik kavramları üzerinden hafiften düşünmeye başlıyor. Çocuğun suçu yok ki! Kabahatin büyüğü bizde. Evet bizde, yani özellikle de annelerde. Çünkü evren sanki yavrumuzun etrafında kurulmuş gibi davranmak konusunda babalar bize rakip bile olamaz.

    .  .  .

    – Kimse yok muu? Buraya bakar mısınız lütfen? Sözde acil girişi, şuna bak kimsecikler yok danışmada… Hemşire hanım, önce bize bi bakar mısınız lütfen, acil bizim çocuğun durumu!

    – Nesi var?

    – Geceden beri gözleri nemli nemli bakıyo, burnu akıyo ve aşırı halsiz. Lütfen acil bi şeyler yapın, kurtarın yavrumu!

    – Sakin olun, hiç de kötü görünmüyo, baksanıza gâyet enerjik. Bi muayene edelim önce.

    – Ateşi de çok yüksek, ben asıl ateşten korkuyorum.

    – Bakalım annesi. Kaç ölçmüştünüz en son?

    – 37!!

    – Hanımefendi şaka mı yapıyorsunuz siz? 37 ateşten bile sayılmaz. Bakın daha acil hastalar varken feryadınızı duyunca koşup size geldik önce. Biraz sakin olun lütfen!

    – İyi de benim yavrumun kendi vücut ısısı 36 buçuktu, şimdi olmuş 37! Bu bi yükselme değeri değil mi sizce?

    – O kadarcık oynamayı riskten saymıyoruz. Enfeksiyon belirtisi yok, öksürük yok, turp gibi maşallah. Hafif üşütmüş, hepsi bu.

    – Tabi tabi, eminim hafiftir! Ne de olsa sizin için sıradan, önemsiz, rutin bir vaka. Ama bu benim evladım hemşire hanım, anlıyor musunuz, benim evladım!

    – Ben de görümceniz demedim zaten…

    – Okuyoruz internette o kadar, bazen havale geçirme durumlarında hiç ateş belirtisi olmayabiliyormuş. Ya benim yavrucağızım gizli bir havale riskiyle karşı karşıyaysa?! Ya terden zannettiğim kaşıntı bi çeşit cilt hastalığının belirtisi ise? 

    – İsterseniz şöyle yapalım. Çocuğu hazırlayıp ameliyata alalım! Vücuduna girip nezleye sebep olan o hain üç beş mikrop tanesini neşter yardımıyla çıkaralım? Gerçi direk ameliyata da almamak lazım. Endoskopi, röntgen ve MR da isteyelim, tedbir açısından!

    – Biliyordum! Yavrumun ağır bi hastalık geçirdiğini biliyordum! Babasına da söyledim ama oralı bile olmadı. Rabbim sizden razı olsun doktor hanım, sizin vesilenizle evladım kurtulacak inşallah! Az önceki gerginliğimin de kusuruna bakmayın ne olur, analık işte. Ciğerimin sızısından ne dediğimi bilmiyordum. Alooo, anne! Durali Can’ı ameliyata alıyorlar birazdan. Babamlara ablamlara falan haber verin, koşun yetişin, beni yalnız bırakmayın hastane koridorlarında bi başıma… 

    .  .  .

    Pedagoji alanında söz sahibi olmadığım için benimkisi kişisel bir yorumdan öteye gitmeyecek ama yine de söyleyeceğim: 

    Yavrularımızı yetiştirirken onlar için her şeyin en iyisini yapmaya çalışmakla, onlara koşulsuz hizmet etmek birbirinden birkaç ışık yılı mesafesinde uzakta şeylerdir. Bizim çocuklarımızın belki bizlerden daha iyi imkânları var, hamdolsun. Daha da iyi imkânları olsun inşallah. Fakat tam da bu tavrımızdaki dengeyi tutturamadığımız için bu çocuklar bir şeylerden az da olsa mahrum kalmayı öğrenemiyorlar. Herhangi bir oyuncağa, kıyafete, teknolojik alete sahip olmak için beklemeyi, onun hayalini kurmayı bilmiyorlar. Çünkü biz öğrenmelerine izin vermiyoruz! 

    Can sıkıntısından akıllarına değişik bir zaman geçirme biçimi gelmesine müsaade etmiyoruz. Zira iki dakika boş kalsalar anında yeni bir etkinlikle ışınlanıyoruz yanlarına. 

    Evet istedikleri her şeyi vermeye çalışıyoruz ama bir şeye emek vererek, bekleyerek ulaşmalarının, ulaşınca da yaşayacakları hazzın onlara katacağı duyguyu ellerinden aldığımızın da farkına varamıyoruz. 

    Ne dersiniz?

    Hâlâ yavrularımızın bizlere göre daha doyumsuz ve daha mutsuz olmalarından onları sorumlu tutuyor musunuz?