Devletimiz son yıllarda yaptığı Şehir Hastaneleriyle dünyaya hastane mefhumunun ne olduğunu gösteriyor. Sağlık alanında parmakla gösterilen bir Türkiye var artık. Doktorlarımız mesleklerinde yüksek bir irtifada seyrediyor, hastanelerimiz de onlara mesleklerini rahatça icra edebilmeleri için kusursuza yakın bir ortam sağlıyor. Günümüzde yaşanan bu muazzam birliktelik bize, tevarüs ettiğimiz medeniyet mirasımızı hatırlatıyor. O miras müslümanların kurduğu hastanelerdir…
İçindekiler:
Müslüman hastaneleri ve Avrupa
10. yüzyılda Bağdat’ta elliye yakın hastane vardı. Avrupa’da ise ilk hastane 12. yüzyılda Paris’te kurulmuştu. Hotel Dieu adındaki bu hastane, içerisinde haşerelerin cirit attığı, yatak yerine saman balyaları kullanılan, bütün hastaların bir arada yatırıldığı, ahırdan bozma bir yerdi. Çünkü temizliğin ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Oysa müslümanlar için temizlik kaygısı daha hastanenin yerini seçerken başlıyordu. Mesela Bağdat’ta kurulacak bir hastanenin yerini belirlemek için görevli kişiler, koyunlar kestirip şehrin dört bir yanına astırmış, ertesi gün en az bozulan etin bulunduğu yerde inşaat çalışmalarını başlatmışlardı.
Müslüman hastaneleri hasta kabulü yaparken hastayı bir grup hekim karşılıyor; cilt rengi, burnu, saçlarının durumu ve nefesinin derinliği detaylıca inceleniyordu. Bütün bu tetkiklerden sonra hasta ilgili bölüme sevk ediliyordu. Bu uygulama aradan geçen bin yılda değişmedi. Günümüzde hâlâ uygulanmakta ve “triyaj” adıyla sürdürülmektedir.
Kabul, tedavi ve taburcu nezaketi
Tedavi edileceği bölüm tespit edilen hasta burada bir grup hekim tarafından detaylı muayene edilir ve teşhis konurdu. Bu doktor grubu içerisinde her rütbeden hekim bulunurdu. Genç doktorlar bir usta-çırak ilişkisi içerisinde tecrübî yöntemle yetiştirilirdi. Bu yöntem bilindiği üzere medreselerde de aynen uygulanırdı. Bu sayede müslüman hastanelerinde pek çok maharetli doktor bulunurdu. Ancak Batı’da durum bundan çok farklıydı. 10. yüzyılda Almanya’da bir tek doktor yokken Bağdat’ta 800’ün üzerinde doktor bulunuyordu.
Hastanelerde hiyerarşi uygulanır, doktorlara uzmanlık sınavı yapılırdı. Sonra bu uzman doktorlar içerisinden başhekim seçilirdi. Mesela Doktor Râzî yüz kadar hekimin arasından Bağdat’taki hastaneye başhekim olmuştu.
Herhangi bir hastanın hastaneye gelişindeki bulgularından başlayarak ona uygulanan tedavinin bütün detayları not edilirdi. Hasta hastanede bulunduğu süre içerisinde çok iyi beslenir, taburcu edilirken bir kat elbise ve bir aylık ihtiyacını karşılayacak nakitle uğurlanırdı. Avrupa hastaneleri yüzyıllar sonra bile bu standardı yakalayamadı.
Tıbbi alet tasarımında bin yıl
Müslüman hekimler müzikle tedaviden her çeşit ameliyata kadar, hastanın iyileşebilmesi için ne gerekiyorsa yapıyorlardı. Buna ameliyatlar için gereken tıbbi aletleri icat etmek de dâhildi. Bademcikleri sıyırıp çıkarmak için neşter, katarakt makası, boğaza kaçan cisimleri çıkarmak için alet, sonda, şırınga, doğum aletleri, tıbbi testere, kırılan dişleri çıkarmak için kullanılan alet bunlardan bazılarıdır. Tıbbi alet tasarımında zirveyi, İslâm Medeniyetiinin Batı kanadında yaşamış bir hekim olan Zehravî işgal eder. Zehravî, Kitâbü’t-Tasvîr adlı eserinde 220 tane tıbbi alet tasarımı sunar. Bu aletlerin tamamına yakını günümüz ameliyatlarında kullanılmaya devam eder.
Zehravî öncülüğündeki müslüman hekimler bu tasarımlarıyla bir müslüman bilim adamının yapması gerekeni yaparlar. Yazılarımızın takipçileri hatırlayacaktır, Câbir bin Hayyân kimya ilmini sıfırdan kurmakla kalmayıp ilmin icrası için gereken ne varsa icat etmiş, 1200 yıl öncesinden bugünün laboratuvarlarını kurmuştu. Benzer şekilde müslüman hekimler de bugünün hastanelerini, ameliyathanelerini bin yıl önceden kurmuşlardı.
Birbirinden farklı alanlarda çalışan müslüman âlimlerin aynı refleksleri göstermeleri, üzerinde çalıştıkları alanlara muhakkak müslüman etkisi bırakmış olmaları, mesleklerinde zirveyi temsil etmeleri, attıkları her adımın çağlar ötesine ulaşması, günümüz müslüman gencine çok şeyler söyler.