Bir kimse Müslümanlar arasından bir yetimi sofrasına alıp yedirip içirse, affedilmeyecek bir günah işlemediği takdirde Allah Teâlâ mutlaka onu cennete koyar.” (Hadis-i Şerif: Tirmizî, Birr 14)
Modern zaman salgın hastalık, savaş, deprem ve boşanmalar ile daima yetimler üretmekte. Bunların dışında psikolojisi bozulan ebeveynlerin terk ettiği ya da kaçırılan çocuklar da hiç az değil. Evlilik dışı ilişkilerin yaygınlaşmasıyla istenmeyen, terk edilen çocuklar da var.
Son yıllarda sokak çocukları, çocuk hakları, çocuk istismarları ve çocuk suçları gibi başlıklar altında toplumda duyarlılık artmış görünüyor. Fakat çözüm için yeterli adımlar atılabilmiş değil.
Anne ve baba, ikisi birden çocukların dünyasında manevi bir güç ve güven kaynağı olarak algılanır. Babasız fakat varlıklı bir annenin kucağında yetişen çocuk, babanın yokluğunu hissederek büyür. Annesizlik ise çocuğun üzerinde daha derin izler bırakır.
Sadece maddi ihtiyaçların karşılanması sağlıklı bir kişiliğin inşası için yeterli olmaz. Çocuk hem anne hem de baba tarafından sevilmeye ve şefkat gösterilmeye muhtaçtır. Bu yüzden çocuğun ruhen sağlıklı bir insan olarak yetişmesi için anne ve babanın yeri tartışılamaz. Bu gerçek, yetimlerin sorunlarının çözümünde bütün toplumun duyarlı olmasını, herkesin sorumlulukları olduğunu gösteriyor.
Yetimlere karşı sorumlulukları maddi ve manevi olarak ikiye ayırabiliriz. Maddi olanlar yetimlerin haklarını korumak, beslenme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarını karşılamaktır. Manevi sorumluluklar ise yetimlerin ruh dünyasını ilgilendiren her şeyi içerir. Burada önemli olan, maddi ihtiyaçlar karşılanırken manevi ihtiyaçları geri plana atmamak. Maalesef bazı yaklaşımlar iyi niyetli olsa bile çocuk üzerinde onarılması güç yaralar açıyor.
Tarihe yön veren yetimler
Tarihin akışına yön veren bazı şahsiyetler var. İlginçtir, bu şahsiyetlerin önemli bir kısmı yetim. Bu hususta akla ilk olarak Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem geliyor. Hikmet-i ilâhî, babası daha Efendimiz doğmadan, annesi ise henüz altı yaşındayken vefat etmiştir. Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir Hudeybiye yolculuğunda annesinin kabrinin bulunduğu Ebva’ya uğrar. Annesinin kabrini düzeltir ve ağlar. O’nun ağladığını gören sahabiler de ağlar. Niçin ağladığı sorulunca da şu cevabı verir:
“Annemin şefkati, merhameti gözümün önüne geldi de onun için ağladım.” (Müslim, Cenâiz 105)
Buradan anlıyoruz ki, peygamber bile olsa bir yetim küçük yaşta kaybettiği annesini özlüyor.
Bir diğer yetim ise Enes b. Mâlik radıyallahu anhudur. O, özellikle Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemden eğitim ve öğretimle ilgili birçok hadis rivayet etmiştir. Yetimliği sorulduğunda şöyle söylemiştir:
“Yetim büyüdüm, yalnız hicret ettim. Küçükken İbn Azvân’ın yanında sadece karnımı doyuracak bir ücret karşılığında hizmet ederdim.”
Hz. Ömer radıyallahu anhunun “Bin savaşçıya denk” dediği Zübeyr b. Avvam radıyallahu anhu, Şafiî mezhebinin imamı İmam Şâfi rahmetullahi aleyh, hadis âlimi İmam Buhârî rahmetullahi aleyh, Endülüs kapılarını açan kumandan Tarık b. Ziyad rahmetullahi aleyh, yüzlerce cilt kitap yazmış İbn Hacer rahmetullahi aleyh gibi nice büyük şahsiyetlerin yetim olduklarını biliyoruz.
Sadece burada isimlerini andığımız bu büyük zâtların hatırına yetimler hürmet görmeyi hak ediyor.
Sosyal yetimlik
Günümüzde anne babası hayatta olduğu halde yetim gibi büyüyen çocuklar var. İstenmeyen gebelik sonucunda terk edilen, ailesi tarafından bakımı ihmal edilen, kötü davranılan, bakımdan mahrum çocuklar da bir nevi yetimdir. “Sosyal yetimlik” diye ifade edebileceğimiz bu durumda çocuklar bedensel ya da ruhsal olarak hastalanabilmekte, psikolojik rahatsızlıklarla mücadele etmek zorunda kalmakta.
Gündelik hayatın telaşı, geçim derdi, teknolojik gereçlerin içine çektiği eğlence ve sanal ortamlar bizi gerçek ailemizden, sorumluluklarımızdan uzaklaştırıyor. Bundan da en çok çocuklar etkileniyor. Çocuk da ailesinden yeterince ilgi göremediği için bu mecralara kaçıyor.
Bu ortamlarda büyüyen çocukların yaşadığı pek çok sorun acı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Dünya çapında yetimhanelerdeki çocukların yüzde seksen-doksan oranında anne babası hayatta olan “sosyal yetim” olduğu gerçeği durumun vahametini gösteriyor. Bunun sebebi ebeveynler olarak sorumluluklarımızı üstlenmekten kaçmamız.
Çocuk yetiştirmek elbette büyük sorumluluk ve kendine has zorlukları var. Geçim sıkıntısı, çocukların her yaş döneminde ihtiyaç duyduğu ayrı bakım ve ihtiyaçlar aileyi korkutabilir. Ancak çözüm onları terk etmek, yetimhaneye bırakmak ya da ilgiden mahrum etmek değil. Bir çocuk büyürken karşı karşıya kalınan sorunların geçici olacağı hatırlanmalı, geçim konusunda Allah’a tevekkül etmeli ve O’ndan yardım istenmelidir.
İyi niyetli yanlışlar
Okulun ilk günlerinde çocuklara genellikle sorulur:
– Anne babanız ne iş yapıyor?
Bu soru öğrenciyi tanımak, bir ihtiyacı olacaksa gerektiğinde yardım etme niyetiyle soruluyor. Anne babası hayatta olan çocuklar için sıradan bir sorudur bu. Fakat yetimlerin en korktukları sorudur. Herkesin önünde yetim olduğunu söyleme durumunda bırakılan çocuk, kimsenin kastı olmasa da kendisini eksik hissediyor, ötekileşiyor. Yetimlerle yapılan bir ankete göre çocuklar bu sorudan kaçmak için ilk günlerinde okula gitmediklerini gösteriyor.
Öğrencilik yıllarımdan hatırlıyorum. Nöbetçi öğrenci sınıfa gelir, aramızda yetim olduğunu bildiğimiz öğrencileri isimleriyle müdürün odasına çağırırdı. Bir müddet sonra ellerinde torbalarla gelen bu arkadaşlar, iki üç gün sonra aynı renk, aynı model montları, ayakkabıları giymeye başlayınca onlara maddi yardım yapıldığını anlardık. Okulun bahçesinde takım forması gibi birbirine benzeyen arkadaşlarımız göze çarpardı. Bu yardımların yapılış şeklinden dolayı o arkadaşların memnun olduğunu söylemek hayli zor. Çünkü bu yardımlarla yetimliğin bir tür üniformasını giymiş gibi oluyorlardı.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Ben her mümine kendi nefsinden daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma 43; İbn Mâce, Mukaddime 7)
Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki yetimlerin ihtiyaçlarını karşılamak, onları himaye etmek Peygamber ahlâkıdır. O’na tâbi olmaktır. Ancak bu yardım ve desteği Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem gibi yapmalı, çocuğa kimsesizliği hissettirilmemelidir.
Adanalı bir öğretmen yetimlere yardım ederken şöyle bir yönteme başvurduklarını anlatmıştı:
Yetim öğrencinin ayakkabısı, giysisi eskidiğinde ve yardım yapılmak istendiğinde çocuğun cebine bir kâğıt bırakılır, “bu kâğıtla istediğin şeyi falan dükkândan alabilirsin” denilirmiş. Öğrenci elindeki kâğıdı kimseye göstermeden tek başına dükkâna gider, istediğini alırmış. Dükkân sahibi de bu kâğıtları biriktirip okul yönetiminden ücreti tahsil edermiş. Ne güzel.
Asr-ı Saadet döneminde
Ebu’d-Derdâ radıyallahu anhu rivayet ediyor:
“Bir gün bir adam Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme kalbinin katılığından şikâyet etti. O da; ‘Bir yetimi himayene al. Başını okşa. Yediğinden ikram ederek karnını doyur’ diye cevap verdi. (Câmiu’s-Sağîr, 97)
Mümin, sürekli kendisini Allah’a yakınlaştıracak ameller işlemeye gayret eder. O’nun rahmetinden, korumasından, kendisini gözetip kollamasından mahrum kalmaktan korkar. Kalbinin katılığından O’na sığınır, varsa çaresini arar.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bize bu ilacın bir yetimi himaye etmek olduğunu haber veriyor. Nitekim Asr-ı Saadet’te yetimlerin en çok huzur bulduğu yer O’nun eviydi. Yetimlere en çok O şefkat gösterir, aile efradına da onlara karşı şefkatli ve âdil olmalarını öğütlerdi.
Hz. Fatıma radıyallahu anhâ bir gün ihtiyacını gidermek için babasından bir yardımcı istemişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de ona, Bedir’in yetimleri dururken bunu yapamayacağını söylemiştir. Demek ki O yetimleri aile fertlerinin önüne koymuş, himayesindeki yetimlere aileden biri olarak davranmış, onların haklarını titizlikle gözetmiştir.
Ancak şuna dikkat etmeli: Dinimizde yetim, himayesi altında bulunduğu ailenin şefkat, merhamet, yardım ve destek bakımından aslî üyelerinden biri gibidir. Fakat bakımı ve terbiyesi üstlenilen çocukla ilgili mahremiyet kurallarına dikkat etmek gerekir. Ayrıca, özellikle belirtilmemişse bakıcı ebeveynin mirasçısı da olamaz. Günümüzde hayli yaygın olan “evlat edinme” konusunda niyeti olanlar, İslâm’ın bu meseledeki hükümlerini sorup öğrenmeliler.
İşin özü şudur: Himaye altına alınan yetim hukuken olmasa da tutum davranış ve imkânları kullandırma bakımından aile bireyleriyle aynı haklara sahiptir. Diğerlerine nasıl davranılıyorsa ona da öyle davranılmalıdır. Bu hususta nâzil olan ayet-i kerime mealen şöyledir:
“Sana yetimleri de soruyorlar. De ki: Onları ve mallarını koruyup gözetmek onları kendi hallerine bırakmaktan daha hayırlıdır. Şayet kendileriyle bir arada yaşar, mallarını mallarınıza katarsanız, zaten onlar sizin kardeşlerinizdir; kardeşliğin gereğini yapın. Allah, haksızlık yapanla koruyup gözeteni pek iyi bilir.” (Bakara 220)
Cenâb-ı Allah’ın bu emri gereğince Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, hizmetinde bulunan ve yetim olan Enes b. Mâlik radıyallahu anhuya on yıl boyunca öf bile dememiş, neden yaptın ya da yapmadın diye azarlamamıştır. Ona “Yavrucuğum!”, “Enescik” diye seslenerek gönlünü hoş tutmuştur.
Hane-i Saadet’te büyümek
Zeyd b. Hârise radıyallahu anhu küçük yaşta esir alınmıştı. Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem onu azat ederek bakımını üstlenmiştir. Kendi aile efradıyla beraber öz oğlu gibi terbiye etmiştir. Kızı Hz. Fatıma’ya gösterdiği sevgiyi, Hz. Zeyd’e de göstermiştir. Hz. Aişe radıyallahu anhâ O’nun Zeyd b. Hârise’ye olan sevgisini anlatırken şöyle demiştir.
“Bir zamanlar Zeyd Medine dışındaydı. Allah Resûlü onu çok özlemişti. Gelmesine yakın sürekli yolunu gözlerdi. Bir gün giyinirken Zeyd eve gelip kapıyı çaldı. Gelenin o olduğunu anlayınca elbisesini tam giymeden kapıya koştu ve Zeyd’e sarıldı. Baktım ki Allah Resûlü’nün üstünde sadece vücudunun alt kısmını örtecek kadar kıyafet var. Elbisesini giyemeden, elinde sürüyerek kapıyı açmıştı. Vallahi ben ne o güne kadar ne de sonrasında Resûlullah’ı öyle (heyecanlı) görmedim.”
Yıllar sonra babası gelip Zeyd’i almak istedi. Hz. Peygamber “Bunu Zeyd’e soralım. Eğer gitmek isterse sizinle gider” dedi. Zeyd’i çağırıp sordu.
– Bu iki adamı tanıyor musun?
– Evet, ey Allah’ın Resûlü. Birisi babam, diğeri amcamdır.
– Seni alıp, memleketine götürmek istiyorlar, gitmek ister misin?
Hz. Zeyd tereddüt etmeden şu cevabı verdi:
– Senin yanında kalmak istiyorum ey Allah’ın Resûlü.
Bunun üzerine amcası kızarak Zeyd’e şöyle söyledi:
– Yazıklar olsun! Bu adamı anne babana mı tercih ediyorsun!
Zeyd radıyallahu anhu cevap verdi:
– Vallahi ben onun yanında öyle güzel şeyler gördüm ki, ondan ayrılmaya katlanamam.
Yaşananlar karşısında çok sevinen Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Zeyd’in elinden tutarak Kâbe’ye götürdü. Elini havaya kaldırarak Mekkelilere seslendi:
– Ey Kureyş topluluğu, şahit olun! Bu çocuk artık benim oğlumdur. Benim mirasçımdır.
Daha sonra evlatlık edinen çocukların mirasçı olamayacağı ve mahrem olmadıkları ayeti inene kadar Hz. Zeyd, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin oğlu olarak bilinirdi. Hz. Zeyd de Taif’te müşrikler Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi taşladıklarında atılan taşlara kendisini siper edecek kadar O’nu sevmiştir.