İçeriğe geç

Seçilenler

    Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Sekizinci hikmetin şerhine devam ediyoruz.

    8. Hikmet: Sana marifet kapısı açılmış ise amelin eksik ve az olsa da üzülme. Çünkü Allah Teâlâ sana o kapıyı ancak kendisini tanıtmak için açmıştır. Bilmez misin ki marifet sebeplerini sana göndererek ihsanda bulunan O’dur. Amellerin ise O’na sunduğun hediyelerden ibarettir. Hâl böyleyken senin sunduğun hediyeler nerede, O’nun sana ihsanları nerede?

    [Bûtî merhum, bu hikmet ışığında ilâhî rızaya nail olma yolunda iki seçenek bulunduğunu aktarmış ve bunları kısaca izah etmişti. Tafsilatıyla izaha devam ediyoruz.]

    Cenâb-ı Hakk’ın yolunu şaşırmışları ilâhî bir sevk ile akl-ı selime, gaflete düşenleri mesuliyet sahibi olmaya, Hak’tan gayrısına gönül bağlayanları muhabbetullaha cezbetmesi, tutup çekmesi, İslâm tarihinde misallerine çokça tesadüf ettiğimiz hadiselerdendir.

    Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin ashabında bunun birçok misalini de görebiliriz. Hoyrat bir bedevî, taşradan Medine’ye Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemi ziyarete gelmişti. Cenâb-ı Peygamber’i görür görmez, sözlerini işitir işitmez orada hâlden hâle girdi, kalbindeki kasvet, halindeki hoyratlık yok oldu. Yeniden doğmuş gibiydi. O andan itibaren Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin meclisinden ayrılmadı. Nihayet kalbi ilâhî muhabbet ve azametin tesiri ile yoğruldu, dünya ve içindekilere karşı kalbî alakasını kesti. Ashâb-ı Kirâm içerisinde de kulluk bilincine ve akl-ı selîme sevk edilenlerin kâhir ekseriyeti bahse konu seçkin yol (tarîkü’l-ictibâ) ile bu mevhibeye nail olmuşlardır; uzun süren mücahede ve manevi terbiye yoluyla değil.

    Ashâb-ı Kirâm’dan sonra gelen selef-i sâlihîn arasında da Allah’ın tarîkü’l-ictibâ ile yüce nezdine çektiği, cezbettiği ve bu suretle aşırı sapkınlıktan hiç beklenmedik bir anda kâmil manada bir istikamete sevk edilen kulları vardır.

    Onlardan biri Fudayl b. İyâz kuddise sırruhudur. O, gecenin tam orta yerinde bir halden tam zıddı bir hâle yönelmişti. Tam o esnada, önüne geleni yakıp yıkan, yol kesen bir kimse iken, Hak Teâlâ hazretlerinin haşyeti, muhabbeti ve taziminden gayrısını kalbinden söküp atan Rabbânî bir zâhide dönüşmüştü.

    Onlardan bir diğeri de Abdullah b. Mübârek kuddise sırruhudur. O, cümbüş ve eğlenceye düşkün, işret meclislerinin müdavimiydi. İlâhî emir ve yasaklarla hiç alakadar değildi. O da Fudayl b. İyaz gibi gecenin karanlığında, kurbiyete nail olmak ve ilâhî rızayı elde etmek için tüm dünyasını feda etti ve ender bulunan bir numunet-i imtisal olarak Rabbânî âlime dönüştü.

    Yine selef-i sâlihînden bir başka misal, Mâlik b. Dînâr kuddise sırruhudur. İşret meclislerinde gününü gün eden bir zâbit iken bir anda, ders halkasından binlerce kişinin geçtiği bir Rabbânî âlime dönüştü. Allah Teâlâ onun vesilesiyle yolunu kaybetmiş, sapkınlığa düşmüş nicelerini hidayete eriştirdi.

    Bu noktada dikkat çekmemiz gereken mühim bir husus da şu: Bu suretle seçilmiş olmak bir nesle veya bir asra mahsus değildir. Kıyamete kadar her asırda bu suretle seçilmenin, Allah’ın muradıyla bir anda diplerin dibinden zirvelerin zirvesine sevk edilmenin yolu açıktır. Yani her asırda ve her yerde, yolunu şaşırmışken Allah’ın kendi yoluna, istikamete cezbettiği, tutup çektiği nice kadın ve erkek kulları vardır.

    En kirli, en çirkin günahları işlemeye meyyal, had hudut tanımayan bir komşum vardı. Adeta içkiye aşıktı ve her gece zilzurna sarhoş olurdu. Yani onun hidayet bulması için görünürde hiçbir vesile de söz konusu değildi. Bulunduğu çevre ve iş tuttuğu kimseler de Allah ile irtibatını daha da zayıflatıcı bir rol oynuyor, günah bataklığına daha da saplanmasına sebep oluyordu.

    Bir gün, adetim olduğu üzere sabah namazı için camiye gittim. Bir de ne göreyim! Gözlerime inanamadım. Bizim sarhoş komşu en ön safta oturmasın mı? Ama öyle sıradan bir oturuş değil. Âbidâne, zâhidâne bir tavır içerisinde, kameti gözleyen mümin muvahhid oturuşu… İşte gecenin tam orta yerinde bu adam bahsettiğim halden, istikamet yolunu tutan, vazifeleriyle meşgul olan, Allah için sevip Allah için günahlara buğz eden bir hale döndü. Onu bir halden diğerine sevk eden de Allah’ın kudretinden başka bir şey değil. Hak Teâlâ hazretleri ona lütfetti de onu seçip hidayete sevk etti.

    Birçok sanatçının sevgi veya aşk sebebiyle yeni bir yol tuttuğuna dair hikâyeler işitilir. Ancak bu aktardığım hikâyede sevgi, ilâhî sevgiden ibaret. Yine o sanatçıların güçlü bir arzunun peşinde sürüklendikleri, aşk sarhoşluğuyla yeni ufuklara yelken açtıkları yazılıp çizilir. Ne var ki bu hikâyede o arzu Cenâb-ı Hakk’ın zâtına duyulan arzudan, o aşk da Zât-ı Ulûhiyyet’ine duyulan aşktan ibaret. Bu başka bir hikâye; ilâhî irade ile seçilmiş, seçkinlerden kılınmış bir kulun hikâyesi. Evvela Hak Teâlâ hazretleri kuluna yönelmiş, onun boynuna kemend atmış ve kalbine muhabbeti evvela O yerleştirmiştir. Allah Teâlâ bu hususu şöylece teyit ediyor: “Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı vakurdurlar.” (Maide 54)

    Öte yandan yoldan çıkmış, istikameti şaşmış kimselerin, “Ben Allah’a ve razı olduğu istikamete kavuşmak için bu ictibâ (seçilme) ve celb (huzura getirilme, çağrılma) yolunu tercih ediyorum. Çünkü bu en kolay ve hızlı yol!” türü sözlerinden de sakın ve sakındır. Zira bu hususta, yani kulun ilâhi bir cezb ile istikamet yoluna çekilmesi, kötü halden bir anda iyi hale yönelmesi hususundaki tercih Allah’a aittir, kula değil. Şu âyeti iyice bir düşün: “Allah (dini tebliğ veya hidayete eriştirmek için) dilediğini seçer.” (Şûrâ 13) Yani ancak Allah dilerse kul seçilir, seçkinlerden olur. Peki Allah’ın seni seçeceğini, tarîkü’l-ictibâ ile istikamete sevk edeceğini ne biliyorsun?

    Benzer şekilde, “Bazılarının nail olduğu bu mevhibeye, ilâhî lütuf ve ihsana başkalarının nail olmaması neden?” türü sualler sormak da abestir. Böyle suallerden de sakın ve sakındır. Zira bu işin kökeni Allah’ın dilediğine lütfetmesinden ibarettir. O bir kulunu sever, sonra onu seçerek istikamet yoluna sevk eder. Bu sevgi, bu muhabbet de kulun güzel bir hasletine, güzel bir huyuna veya ancak Allah’ın bilebildiği ve senin benim bilemeyeceğimiz bir hikmete dayanır. Mesele de bundan ibarettir.