Günümüzde imanımız ve hayatımız arasında olması gereken ilişkiyi kurmada önemli ve yaygın sorunlarımız var. Ne inandığımız gibi yaşayabiliyor ne de yaşadığımız gibi inanabiliyoruz.
İmanı kalbinde karar kılmış, dahası bütün iç ve dış dünyasını dönüştürmüş tasavvuf ehli müstesna tabii. Fakat genel geçer manzara yukarıda söylediğimiz gibi.
Gaye, “inandığımız gibi yaşama ya da yaşadığımız gibi inanma” denkleminin ilk kısmı elbette. Hiçbirimiz bin türlü münkerle fesada uğramış hâkim yaşam tarzının bir de imana dönüşmesini ya da imanı etkilemesini istemez. Fakat süreç ne yazık ki öyle değil.
Dini bir takım soyut kabullerden ya da öylesine süregelen bir gelenekten ibaret gören, en azından böyleymiş gibi yaşayanların sayısı az değil. İhtimal, gün geçtikçe de artıyor.
Oysa İslâm herhangi bir fikir, bir ideoloji değil. Kültürel bir motif, bir gelenek de değil. İslâm önce kişinin kendisinde gerçekleşen, sonra bütün hayatı inşa eden, yöneten ve yönlendiren bir “din”. Yani İslâm kelimesinde mündemiç teslimiyet yaşantıda da gerçekleşir. Öyledir, öyle olması gerekir.
İslâm’ın tahakkuk ettiği hayat tarzında farz ibadetler şüphesiz başta gelir. Bunlar zannedildiği gibi tercihe bağlı da değil. Dinin giriş cümlesi olan kelime-i şehadet, kişinin Rabbi ile arasında bir sözleşme demek. Bu sözleşmenin kapsamında farzların ifası, haramların terki de var. Sonra “sâlih amel” kapsamına giren ve aynı zamanda ebedi hayatın sermayesi olan işlerle Müslümanca bir hayatın inşası söz konusu.
Kısaca amelsiz İslâm yoktur, olamaz. Dinimizin imanı ve ameli ayrı tuttuğu bir hakikat. Fakat başta söyledik, inandığımız gibi yaşamıyorsak amelsiz yaşantı imana dönüşüyor, en azından onu güçlü şekilde etkiliyor, zayıflatıyor, kişinin gözünde önemsizleştiriyor.
