İçeriğe geç
Ana sayfa » Kişisel Gelişim » Bir Üstadın Önüne Diz Çökmek

Bir Üstadın Önüne Diz Çökmek

    İlk takdir: Biz takriri ilk olarak Hira mağarasında görürüz. Cenâb-ı Mevlâ, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme Cebrâil aleyhisselâm ile âyetleri göndermiştir. İlk inen âyetlerde meâlen şöyle buyrulur: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.” (Alâk, 1-5)

    Yirmi üç yıllık daveti boyunca Cebrâil aleyhisselâm peyderpey Efendimiz’e gelerek Allah Teâlâ’nın emirlerini öğretti, bildirdi. Mesela bir gün, beş namaz vaktinin başında geldi ve bu vakitlerin girişini öğretti. Ertesi gün beş vaktin sonunda gelerek vaktin çıkışını öğretti. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de ilk müslümanlardan başlayarak birer birer öğrendiklerini, kendisine emrolunanları öğretti. Peygamberimiz takrir etti, müminler de kalp ile tasdik, dil ile ikrar ettiler. Geçtiğimiz ay anlattığımız ders halkası, işte bu takririn görünür hali. Demek ki takrir bilenin, bilmeyenlere kelime kelime öğretmesi, anlatmasıdır.

    Meşhur bir hadis-i şerif vardır. Cibril hadis-i şerifi diye bilinir. Anlattığımız konuya çok güzel ve hikmetli bir misaldir. Bu hadis-i şerifi Abdullah ibn Ömer, babası Hz. Ömer’den rivayet ediyor. Allah Teâlâ her ikisinden de razı olsun.

    Diz dize

    Rivayet şöyle başlıyor: “Bir gün Resûlullah’ın yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Resulullah’ın yanına gidip oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu.”

    Bu geliş, ilim talebesinin bir üstadın önüne nasıl edeple diz çökeceğini ve onun takririne harfiyyen hazır olduğunun en güzel misalidir.

    Hadis-i şerifin devamında gelen kişi Peygamberimiz Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme önce “İslâm nedir?” sorusunu sorar. Peygamberimiz Efendimiz de İslâm’ın şartlarını sayar. Soruyu soran kişi “Doğru söyledin” der. Sahabiler şaşırır. Abdullah ibn Ömer radıyallahu anhu babasının şöyle dediğini nakleder: “Babam dedi ki: Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.”

    O kişi bu sefer “İman nedir?” diye sorar. Efendimiz de imanın şartlarını sayar. O yine “Doğru söyledin” der ve “İhsan nedir?” diye sorar. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de “Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni muhakkak görür” diye cevaplar. Son olarak “Bana kıyametten haber ver” der. Efendimiz de “Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir” buyurur.

    O kişi daha sonra kıyamet alametlerini sormuş, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de cevap vermiştir.

    İbn Ömer radıyallahu anhu, babasının rivayetini şöyle bitirir:

    “Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Resûlü bana: ‘Ya Ömer! O soru soran kişinin kim olduğunu biliyor musun?’ dedi. ‘Allah ve Resûlü bilir’ dedim. ‘O Cibrîl’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti’ buyurdu.”

    Kitap ve üstat

    Bu hadis-i şerifte birçok hikmet vardır. Hadis âlimlerimiz, konusu bakımından bu hadis-i şerifin dinin dörtte birini içerdiğini söylemişlerdir. İlk soruda amelleri, ikinci soruda itikadı, üçüncü soruda ise tasavvufun özü olan ihlası sormuştur. Dolayısıyla bu üç ilmin de bir üstattan öğrenilmesi, onun önünde diz çöküp söylediklerine harfiyyen uyulmasını da işaret etmektedir. Nitekim Cebrâil aleyhisselâm sorduklarını bilmekteydi. “O Cibrîl’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti” sözünden maksadın sahabilere öğretmek olduğunu anlıyoruz. Peygamberimiz’den nasıl öğreneceklerini, neyi öğreneceklerini işaret etmektir. “Doğru söyledin” diye tasdik etmesi de Peygamber Efendimiz’in tebliğinin güvenilirliğine işarettir. Ayrıca hadis-i şerifin içeriğindeki konular, Allah Teâlâ’nın Peygamberimiz vasıtasıyla bize öğrettiği ilimlerdir. Bunları kendi sığ aklımızla idrak edemeyiz. Özellikle günümüzde akılcılık üzerinden herkes her şeyi kendince anlayabileceğini iddia ediyor.

    Biz kendi geleneğimizdeki öğrenme ve öğretme usulüne bağlı kalırsak yolumuzu kaybetmeyiz. Sahabi efendilerimiz Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemden böyle öğrendiler. Dizinin dibine çöktüler, onu can kulağıyla dinlediler. Her söylediğini harfi harfine ezberlediler, sonraki nesillere de onlar naklettiler. Düşünün, çok kısa bir zaman diliminde İslâm dini üç kıtaya yayıldı. Hem de hiç bozulmadan, özünü kaybetmeden… Peki, nasıl? Tabi ki Cibril hadisindeki şuuru ve edebi koruyarak yayıldı. Bu da ilmin kitaptan ziyade bir üstattan öğrenilmesi ve hiçbir satırını atlamadan onun takririyle okunması ve ikrar edilmesidir.

    Yoksa ta Endülüs’ten bir âlimin kalkıp Bağdat’a Ahmed bin Hanbel hazretlerinden hadis-i şerif dinlemeye gelmesini ve ondan icazet almasını nasıl anlarız? Gelen kişi kendisi bir âlimdir. Ayrıca Ahmed bin Hanbel hazretlerinin kitabı Endülüs’e gidecektir. Kendisine niye ihtiyaç duyulsun ki? İşte bizim medrese geleneğimizin özü budur. Bir âlimin ders halkasına katılmak ve ondaki ilmi, onun öğrettiği şekilde öğrenmek ve öğrendiği ilmi başkalarına öğretebilmek için o âlimden izin yani icazet almaktır.