Sıklıkla gelmeye başlamıştım çınar altındaki çay bahçesine. Burası kendimle baş başa kaldığım, gönlümü yoran her şeyden kısa bir zaman da olsa uzaklaştığım yerdi. Bir de mekânın sahibi Osman Efendi ile sohbetin başka bir tadı vardı. Tevazusu, ârifane sözleri başka bir dünyanın kapıları aralıyor, tuhaf bir huzur veriyordu.
Çay bahçesinin bıçkın tavırlı garsonu Hamza ile başladığımız sohbeti bir türlü tamamlayamamıştık. O da boş bir çocuk değildi. Şaşırtıcı şeyler söylüyor, her defasında da sözü Osman Efendi’ye getiriyordu. Epeydir merak ettiğim Osman Efendi ile uzunca konuşabileceğimiz müsait zamanı nihayet yakalamıştım. Doğrudan sordum:
– Osman abi, Hamza’dan bu mekânın böyle huzur verişinin sebebini öğrenmeye çalıştım ama…
Osman abi tebessümle:
– Bizim için ne bahtiyarlık ki mekânımızda huzur buluyorsunuz. Fakat buranın huzur kaynağı buranın müdavimleri. Gelenler dünya telaşından bir an sıyrılmak için geliyor. Niyet böyle olunca da akıbet huzur oluyor. Bir de geçmişe, şimdiye şahitlik eden şu koca çınar var tabii. Bakalım daha kimleri ağırlayacak.
– Eyvallah Osman abi. Hamza, buraya gelen gençleri kırk hadis ezberlemeye teşvik ettiğinizi söyledi. Hem çok hoşuma gitti hem sebebini merak ettim.
– Hikmeti malum aslında, ama anlatayım kardeş. Bu hadis ilmi ile hemhal olanların bir geleneği. Benim ise içimde kalan bir ukde. Gençliğimde ilim arzusu ile yanıp tutuştum ama hayat işte! Fırsat bulamadım ya da beceremedim. Yıllar geçti, hasbelkader biraz kendimize gelince Allah lütfetti, ilim aşkı yeniden doğdu. Ama ne çare! Öyle işin elifbasından başlamak için yaş kemale ermiş, iş işten geçmişti. Ben böyle hayıflanırken okuduğum bir hadis, karamsarlığımı sevince döndürüverdi.
Ben merakla Osman abiye bakarken onun gözleri dolmuştu. Buruk bir tebessümle anlatmaya devam etti:
– Elbette künhüne vararak ilim tahsil etmemize imkân yok. Ama âlicenap Peygamberimiz bunun da ilacını söylemiş. Kırk hadis geleneğinin böyle yayılmasına sebep olan şu hadis-i şerifi buyurmuş: “Kim dinî hususlarda kırk hadis öğrenir, ümmetime de naklederse, o kimse âlimler arasında yazılır, şehitlerle birlikte haşrolunur.” İstedim ki ben de sözüme kulak verecek gençler de bu müjdeye kavuşalım.
– Ne güzel müjde! Ben de biliyorum bu hadisi ama gaflet böyle büyük bir müjdeyi bile unutturuyor.
– Sorma kardeş. Aslında daha ne müjdeler var ama ah ah! Dünya tepemize binmiş, peşin zevklerinin peşinde sürüklüyor. Daha ne müjdeler var aslında duyup da unuttuğumuz ya da hafife alınan… Mesela fakirsin, paran yok, sadaka veremiyorsun, işte sana Sahih-i Müslim’den bir müjde: “Her birinizin her bir eklemi için bir sadaka gerekir. Her ‘sübhanallah’ sadakadır, her hamd sadakadır, her ‘lâ ilâhe illâllah’ sadakadır, her tekbir sadakadır. İyiliği tavsiye etmek sadakadır, kötülükten sakındırmak sadakadır. Kulun kuşluk vakti kılacağı iki rekât namaz bütün bunları karşılar.”
Osman Efendi yaşından beklenmeyecek bir dinçlik ve heyecanla anlatıyor, anlattıklarını biliyor olmama rağmen adeta yeni öğreniyordum. Bildiğini hayatına aktaranın tesiri! O devam ediyor:
– Kur’an-ı Kerim okumasını bilmiyorsan ya da zor okuyorsan al işte birçok hadis kitaplarında geçen bir müjde daha: Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem ashabına “Bir gecede Kur’an’ın üçte birini okuyamıyor musunuz?” diye sorar. Bu onlara zor gelir: “Ya Resûlallah, hangimiz buna güç yetirebilir ki?” derler. Bunun üzerine buyurur ki: “İhlâs sûresi Kur’an’ın üçte biridir.” Başka bir müjdeden daha bahsedeyim: Tüccarsan, çoluk çocuğun rızkını kazanacaksan hem de fakir fukaraya yardım edeceksen, üstelik sürekli dünya ile meşgul olacaksan işte bir müjde daha: Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tüccar, peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir.”
Uzun zamandır böyle coşkulu, bir o kadar da samimi bir sohbet dinlememiştim. Osman Efendi anlattı, ben sustum:
– Peki ya her Cuma hocaların hutbede okudukları ama hiç farkında olmadığımız hadis-i şerifteki müjdeye ne demeli: “Günahlarına tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir.” Daha bunlar gibi yüzlerce bizi hayata bağlayan, her gaflete, her günah çukuruna düştüğümüzde bizi yakalayıp Arş’a uçuran hadis-i şerifler var. Ama nerede hadisleri hatırlamak, Peygamber sevgisini bile yitirmeye başladık, Allah muhafaza!
Belli ki Osman abi kırk hadisi sadece ezberlememiş, onları yaşam biçimi haline getirmişti. Biraz soluklanıp çaylarımızı yudumladıktan sonra dedim ki:
– Osman abi, biliyorum yoruldun ama bir daha böyle fırsat elime geçmez. Bir de meşhur “Cibril Hadisi”ni öğrenmelerini istemişsiniz Hamza’dan ve arkadaşlarından. Hamza, “Bu hadis-i şerif biraz uzun, bakalım nasıl ezberleyeceğim” diye hayıflanıyordu ama sürekli de okuyordu. Bu da bana çok enteresan geldi. Çünkü öncelikle bunu ezberleyin demişsin.
– Doğru. Ama bunun şöyle bir hikâyesi var. Yoksa benim ne haddime, hangi hadis-i şerifi önce öğrensinler diye tavsiye edeceğim. Bir gün buraya âlim bir zât geldi. “Bu hadisi her Müslümanın ezberlemesi, hiç değilse manasını aklında tutması gerekir” dedi. Niye diye sorduğumuzda cevabı şu oldu: “Tek başına bu hadis, din adına bildiklerimizin hepsine denk gelir.”
– Osman abi bir okusan şu hadis-i şerifi. Hem muhabbet hem bereket getirse bize.
Osman Efendi ceketinin iç cebinden özenle bir kâğıt çıkardı, okumaya başladı:
– Abdullah b. Ömer, babası Hz. Ömer radıyallahu anhumâdan şöyle aktarıyor: “Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin yanında bulunduğumuz sırada, aniden yanımıza elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zât çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, fakat bizden kimse de onu tanımıyordu. Doğruca Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu.
“Ya Muhammed! Bana İslâm’ın ne olduğunu söyle?” dedi. Resûlullah buyurdu: “İslâm Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Resûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt’i hac etmendir.” O zât “doğru söyledin” dedi.
Babam dedi ki: “Biz buna hayret ettik. Çünkü hem soruyor hem de söylenenleri tasdik ediyordu.”
“Bana imandan haber ver?” dedi. Resûlullah buyurdu ki: “Allah’a, Allah’ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanman. Bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır.” O zât yine: “Doğru söyledin” dedi.
Bu sefer: “Bana ihsandan haber ver?” dedi. Resûlullah şöyle buyurdu: “Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü sen onu görmüyorsan da o seni muhakkak görüyor.” buyurdu.
O zât: “Bana kıyametten haber ver?” dedi. Resûlullah buyurdu ki “Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha bilgili değil.” O zât “O halde bana alâmetlerinden haber ver.” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Köle kadının efendisini doğurması ve yoksul koyun çobanlarının bile bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir.”
Babam dedi ki: Bundan sonra o zât gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Resûlü bana; “Ömer, o soru soran zâtın kim olduğunu biliyor musun?” dedi. “Allah ve Resûlü bilir.” dedim. “O Cebrail’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti.” buyurdular.
Osman abi kâğıdı yine özenle katlayıp cebine koydu. Okuduklarını ilk defa duymuş gibi etkilenmiş görünüyordu. Şöyle devam etti:
– Sonra buraya gelen o ârif zat dedi ki: “İslam’ın şartlarını bilmekle Müslüman olunur, imanın şartlarını bilmekle mümin olunur, ihsan sahibi olmakla da ârif olunur. Bunun neticesi de cennette Cemalullahı görmek olur.” İşte bunun için kardeş, isterim ki her Müslüman kardeşim bu hadis-i şerifi bilsin ve hayat prensibi yapsın.
– Osman abi, gerçekten minnettarım, hiç değilse manasını aklımızda tutalım, dedim.
Bu arada kararımı da verdim. Artık her fırsatta Osman Efendi’den bir çift kelâm dinlemenin bir yolunu arayacaktım. Ne derler bilirsiniz: “Gönül ne kahve ister ne kahvehâne / Gönül sohbet ister kahve bahane.”