Yağmur yağdıkça damıtan bir çatımız, ısınmak için kardeşlerimle dibine iliştiğimiz dünya güzeli bir sobamız ve altmış yedi yaşındaki sağ ayağı topal babamla beş kişilik cemaatle namaz kılabileceğimiz kadar büyüklükte bir odamız var.
Buna da şükür. Keşke zekât verebilecek durumumuz olsaydı da bir farizayı daha yerine getirebilseydik ama takdir-i ilahi. Babam da başka bir farizadan daha mahrum olmamak için beyt-i buyût görme aşkıyla yanar tutuşurdu. Bu kelime babamın aşkını ne kadar ifade eder bilemem ama bildiğim bir şey var ki; babamın -bana anlattığına göre- her namazını Hicri İsmail’ de kıldığıdır.
İnebolu kazasının Digöz adındaki küçük bir köyünde yaşıyoruz. Köyle kaza arası bir saatlik yol. “Hacı babam daha bu yola tahammül edemezken Hac yoluna nasıl tahammül eder?” diye düşündüğüm bir gün “Evlat! Sultan boşuna mı var!” dedi.
Babamın içimi kemiren bu serzenişe böyle icabet etmesiyle bir yaşıma daha girdim. Korkudan mıdır yoksa utançtan mı bilmem ama çarpık kaldırımların desenlerine eğdiğim başımı kazaya varana kadar kaldıramadım.
Komşumuz Mehmet Ağa’nın aşevi vardı kazada. Babamla ben ise onun işçisiydik. Babam kasada para işleriyle, ben ise müşterilerle ilgilenirdim. Cuma hariç her gün giderdik dükkâna. İşe gidiş ve gelişimiz toplam iki saati buluyordu.
Akşamleyin köye döndükten sonra ayağının ağrısından dolayı daha yürüyemezdi babam. Ne zaman bir araba; o da olmadı bir katır alalım demeyi düşündümse de her zamanki cevabı alacağımı bildiğimden aynı mahcubiyete düşer olmak istemiyordum: “Evlat! Sultan boşuna mı var!”.
Evde oturduğumuz bir cuma günü komşumuz Mehmet Ağa koşarak kapımıza geldi. Kapıya öyle bir vuruyordu ki evi yıkacak zannettim. Telaşla açtığım kapıdan destursuz bir şekilde babamın yanına fırladı. O anda her halde babamla sağlam tartışacaklar diye düşündüm.
Büyük bir merakla oturma odasına girince babamla aralarında geçen şu konuşmaya şahit oldum. “Hacı Ahmed! Müjdemi isterim. Sen harbi Allah’ın veli kuluymuşsun bee. Validen haber geldi. Sultan Abdulhamid Hicaz Demiryolu’nun inşâsını halas etmiş. Şimdi de tren ile hacca gidecek öncelikli kişileri seçiyorlarmış. Artık gerçek hacı olma vakti geldi Hacı Ahmed.”.
Babamın hacı olmadığını köydeki herkes bilirdi ama aşkından ötürü Hacı Ahmed derler idi. Bu sözleri işiten babam hiç sevinmedi. Sadece gözlerinden süzülen birkaç katre ile elini semaya kaldırıp kısa bir dua etti. Ardından elini yüzüne mesh etti ve sakalını sıvazlayarak “Evlat! Sultan boşuna mı var!” dedi.
Babamın her işinde ona yardım eden hatta onun bastonu olma şerefine nail olan ben, büyük bir mutluluk ve minnettarlık içinde babama sarıldım. Sarılırken “Hacı Baba yeteri kadar paramız var mı?” diye sordum. Aldığım cevap karşılığında dehşete düşmüştüm: “On yıldır biriktirdiğim para –Allah’ın izniyle- bize yeter evlat.” dedi.
Nasıl? Etinden kemiğinden artanı yıllar boyunca babam biriktirmiş miydi? Yıllar boyunca o bir saatlik yola bunun için mi sabretmişti! Aklım, aşkın böylesini maalesef idrak edemiyordu. Kelimelerin acziyetine bir kez daha şahit olmuştum.
Valilikte gerekli işlemleri hallettikten iki ay sonra gitme iznimiz çıkmıştı. Artık zaman intizâr-ı vuslat zamanıydı. Hemen hazırlılara başladık. Yol hazırlığımızı tamamladıktan sonra köy halkıyla helalleştik. Mehmed Ağa her zamanki gibi ağalığını bildi ve babamla bana iki at hediye etti sağ olsun. Payitaht’a kadar rahat bir şekilde seyehat edebilecektik şükür.
Trenin kalkmasına bir gün kala Payitaht’a vardık. Babam yolda ağlaya ağlaya yanaklarında gözyaşı yatağı oluştu. Rabbim sevdiğine kavuştursun artık.
Bu bir gün babamın iniltileriyle nasıl geçti bilmiyorum ama geçmişti şükür. Sabırsızlanıyorduk. Ne güzel tevafuk ki hacıları uğurlamaya Sultan Abdulhamit gelmişti. Kalbim güm güm atıyor ve Sultan’ı görmek sonunda bu fakire nasip oluyordu. Sultan gözlerini bana dikmiş üzerime doğru geliyordu. Ne mi hissettim? Bu sefer hiç olmadığım kadar eminim ki korkmuştum. Yanıma gelince kulağımı şu sözler okşadı: “Hacı Ahmed. Rabbim hacc-ı mebrûr nasip etsin ve sana da bir müjdem var. Bineceğiniz bu trenin adı Hacı Ahmed ‘tir. “. Nasıl olabilirdi bu? Babam Sultan ile tanışıyordu ve ben bunu bilmiyordum. Ne hikmetse hacı babam sır gibi saklamış bu tanışlığını. Demek ki bir bildiği varmış. Boşuna demiyormuş bana: “Evlat! Sultan boşuna mı var. “
Abdulhamit Numan Öz