İçeriğe geç

Evlad-ı Fatihân Diyarında Birkaç Gün

    Arabalardan indik. Ben köprüyü yakından göreyim diye nehrin kenarına yaklaşınca öteden uzun boylu, ak pak yüzlü birinin beni çağırdığını gördüm. Bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Heyacanla onu takip etmemi istiyordu.

    Artık Mostar’dan ayrılıyorduk. Böyle ayrılma anlarında, insan dönüp dönüp bir daha bakar. Bakışlarda vedanın hüznü saklıdır. Aracımızı durdurduğumuz yere gelip köprüye uzaktan bir kez daha bakıyoruz ve yeniden bismillah deyip yola koyuluyoruz. İstikamet Blagay…

    İslâm tarihinde ribât tekkeler vardır. Uç bölgelerde, bir nevi hudud karakolu gibi vazife görmüş, aynı zamanda irşad ve tebliğ vazifelerinde öncü olmuşlardır. Asırlar boyunca ribât şuuruyla sufiler gayret üzere olmuşlardır. Uzağa gitmeye gerek yok. Anadolu’ya Malazgirt zaferi sonrasında gelen nice derviş, Allah dostu vardır. Bizim Ermenek’te günümüzde Zeyve diye bilinen bir köy var. Selçuklular zamanında buraya Şeyh Ali Semerkandî diye bir zat gelmiş, zaviyesini buraya kurmuş. Bir nehrin doğduğu, tabiat harikası bir yer. Zeyve ismi de Zâviye’den geliyor.

    Ankara’dan İstanbul’a giderken yakınından geçtiğimiz Çamlıdere’de medfun olan Şeyh Ali Semerkandî hazretleri de bir başka zat. Sonra Osmanlı Beyliği’nin kuruluş devirlerinde Sapanca Gölü yakınına dervişleriyle yerleşen Akça Koca hazretleri. Kandıra’yı o fethetmiştir. Anadolu’nun neresine giderseniz böyle zatların makam ve türbeleriyle karşılaşırsınız. Biraz araştırınca onların bu toprakların İslâm diyarı haline gelmesinde üstün gayretlerini öğrenirsiniz. Dağlar arasına yerleşip muhkem tekke kurmuşlar ve asırlar boyu gönülleri âbâd etmişler. İslâm diyarına fitne fücur sokmaya çalışanlara karşı mücadele içinde olmuşlar.

    Blagay’daki Alperenler yahut Sarı Saltuk Tekkesi’nin de benzer bir hikâyesi var. Akıncı ruhuyla, gaza şuuruyla Balkanları İslâm diyarına çevirmişler. Allah cümlesinden razı olsun. Bizleri ve nesillerimizi onların izinden ve muhabbetinden mahrum etmesin.

    Sabah erkenden Saraybosna’dan çıkıp Mostar’ı gezdikten sonra hâlâ yorulmuş değildik. Ancak biraz acıkmıştık. Tekke’den önce şehre uğradık. Blagay Mostar’ın güneydoğusunda yakın bir kasaba. Mimarisi, manzarası ile Anadolu’dan bir kasabaya benziyor.

    Alperenler Tekkesi

    Önce Sarı Saltuk hazretlerinin tekkesine doğru yola çıktık. Kasabanın biraz dışında. Kocaman bir nehrin kaynağına kurulmuş bir tekke. Resimlerden pek çoğumuz âşinâdır. Ancak oradaki manzara çok farklı. Manzara demişken modern zamanların telakkisiyle demiyorum. Mostar’da olduğu gibi Blagay’da da kafeler, restoranlar kaplamış her yeri. Yani turistik bir yere dönüşmüş.

    İhtiyaç olarak böyle mekânların açılmasına bir şey demiyorum. Ancak ecdadın vakıf olarak kurduğu, inşa ettiği; Allah rızası için fakirlerin, kimsesizlerin, ilim tâliplerinin istifade ettiği yerleri biz bugün turistik mekânlara çevirdik. Medreseleri restore ettirip nargile kafelere dönüştürdük. Oysa ilim için inşa olunan yerin, aynı gayeye hizmete devam etmesi gerekir. Yeni tabirle “mekânın yeniden tanımlanması” dediğimiz icraatlar geçmişin güzelliklerini, “yüksek kültür” denen kıymetlerimizi yok etmemeli. Tabi bu sözler Bosnalı kardeşlerimize değil.

    Biz zaten o toprakları kaybettik, o kardeşlerimizin müslüman kalmalarına bile şükretmeliyiz. Bu eserlerin ayakta kalmasına bile sevinmeliyiz. Balkanlarda binlerce Osmanlı eseri yerle yeksan edildi, yok edildi. Çok yakın geçmişte televizyonlar vasıtasıyla nasıl katliama maruz kaldıklarına şahit olduk. Ya peki görmediğimiz geçmiş zamanlarda neler yaşadılar, bilmiyoruz. Benim sözüm bize, kendimize. Keşke İstanbul’daki, Anadolu’daki tekkeler, medreselerine ruhuna mutabık hizmetlere tahsis edilse, içinde âlimler ders halkaları kursalar; çocuklar itikat, ilmihal ve siyer öğrenseler. Ah keşke…

    Devasa bir nehrin kocaman bir kayanın içinden çıkması… Hayret verici bir manzara. Önce bir alışma safhası var. Bakıyor, izliyorsunuz. Ben genelde böyle yerlerde kalabalığın tersine hareket etmeyi severim. Biraz tenha kalmayı, kendimce keşfedebilmeyi… Blagay Tekkesi’nde böyle bir yer yok. Belki hiç kimsenin olmadığı bir vakitte, gidip oturmak, nehir kenarında dinlenmek, düşünmek olabilir. O da nasip olursa…

    Tekke Kapısında Kilit

    Önce Tekke’nin yanına vardık. Kapalı dediler. Geçtiğimiz yıllarda Muhammed Emin Oyar’ın Blagay’a ve Tekke’ye dair seyahat yazısını okumuştum. Yakın arkadaşlarımızla yolumuzun aynı yerlere düşmesi ne güzel. Aslında onlar bizden sonra gitmişlerdi. Ancak ona daha önce yazmak nasip oldu. Muhammed Emin, Tekke’yi kilitli görünce bizim de ziyaret ettiğimiz, Kanuni’nin yaptırdığı caminin imamından yardım istemiş. Onunla Tekke’yi ziyaret için yeniden gitmişler. Biz zorlamadık.

    Zaten etraf çok kalabalıktı. Bugün kapalı dediler. Zaten bu tür yerlerin umuma açık olmasını pek doğru bulmuyorum. Yapılış gayesine mutabık hizmet versin yeter. Yoksa içine girmekle uzaktan görmek arasında pek bir fark yok. Tüketim çağının insanları, her şeyi tükettiği gibi tarihi de tüketiyor. Eskiler ise yapıyorlar, inşa ediyorlar, yetiştiriyorlardı. Eskiye bakınca gayret görürüz. Günümüzde ise tüketim ve hazıra konduluk…

    Asırlar içinde inşa edilmiş, yapılmış, fethedilmiş olanı biz bir anda görüvermek, tadıvermek istiyoruz. Tarihe doğru bir yolculuğa çıkabilmek ve tarihi biraz bugüne getirip yarınımıza azık edebilmek için, sanırım, biraz modern zamanların selinin tersine akmak gerekiyor.

    Tekke’yi biraz seyrettikten köprüden nehrin karşı yakasına geçtik. Nehrin iki yanında restoranlar var. Tekke’nin karşısına denk gelecek noktaya kadar yürüdük. Oradan filikalara binip nehrin çıktığı kayanın içine giriliyor. Öyle çok derin bir mağara değil. Yirmi otuz metre veya bundan biraz fazla olabilir. Biz de bir kayığa bindik. Loş ışıklar altında, gayet nemli bir kayık yolculuğu yapmış olduk. Bütün bu dediklerim altmış yetmiş metrede olup biten işler.

    Kayıklardan inince pek kimsenin ayak basmadığı, kayanın dibine doğru geçtim. Ayakkabılarımı çıkarıp paçalarımı sıvadım. Suyun içine girip kenara oturdum. Hafız Necad “Çok soğuk” dedi. Gerçekten soğuk, buz gibi. Ancak memleketimden âşinâ olduğum bir soğukluk. Göksu nehrinin bir kolu bizim köyün yakınından çıkar. O da böyle soğuktur. Köyümüzdeki Deregözü’nde de derenin kaynağına yakın yerdeki su da böyle…

    Bilmeyenler dayanamaz. Suyun içinde birkaç dakika durduktan sonra ayaklarınızdaki yanma kesilir ve keyfini sürmeye başlarsınız. Bitlis’in Mutki ilçesine bağlı Ohin köyünde de medrese talebeleri ile pikniğe gitmiş ve böyle buz gibi bir suyu olan dereye ayaklarımı sokmuş, abdest almıştım. Ohin Köyü, Şeyh Fethullah Verkanisî hazretlerinin yaşadığı köylerden biri. Muhtemelen günümüzde olduğu gibi onun döneminde de talebeler o nehrin kenarında mesireye çıkmışlar, mübarek de o dereden abdest almıştır.

    Ayaklarım suyun içinde, sırtımı kayaya dayadım, Blagay Tekkesi’ni izliyorum. Bu güzel mekânı, gazâ yurdu haline getiren erleri düşünüyorum. Şimdi fotoğraflara bakarken yoldaşlarımızdan biri o anımı fotoğraflamış. O zaman olduğu gibi yine üşümedim. Kalbime bir sıcaklık değdi uzaklardan, eskilerden, ötelerden…

    Nehirde güzel bir abdest aldık. Ne zaman böyle bol suyun içinde abdest alsam, medrese okurken öğrendiğim hadis-i şerif aklıma gelir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin nehirde bile abdest alırken suyun israf edilmemesini emir buyurduğu hadis-i şerif.

    Bu sırada Hafız Necad, yemeği burada mı yiyelim, yolda mı diye soruyordu. Artık iyice acıkmıştık. Sabahattin Abi şeker hastası olduğundan halsiz düşmüştü. Hafız Necad’a bura ile yol arasındaki farkı sorduk. O da burada balık yeriz, yolda kuzu çevirme dedi. O an hepimiz gülüştük. Sabahattin Abi “Hadi gidelim, şu güzel koyun hayvanını yiyelim” dedi. insanın latifesi de duruma mutabık olunca başka bir tat veriyor.

    Hafız Necad, Tekke’den ayrılırken Osmanlı döneminden bir camiyi ziyaret edelim dedi. Küçük bir cami. Ancak her zerresiyle, tam bir Osmanlı eseri. Mütevazı ama vakur. Buralar öncelikle Gazi Hüsrev Bey’in eseridir desek yeridir. Gazi Hüsrev Bey, çok adaletli, ahlâk abidesi, pek savaşçı ve Osmanlı hanedanıyla da akraba bir şahsiyetti. Mohaç’ta da büyük yararlılık göstermiştir. Bosna’nın kimi yerlerini o fethetmiş, bir süre de idareciliğini yapmıştır. Pek bilinmez ancak bugünkü boşnakların devletin hiçbir yönlendirmesi olmadan hızla İslâm’a girişinde Hüsrev Bey’in adaletli idaresi çok etkili olmuştur.

    Henüz öğle namazını kılmamıştık. Caminin küçücük avlusuna girince önce namazı eda edelim dedik. Ancak kapı kilitliydi. Geç cemaat kısmında namazımızı eda ettik. Sakin, sessiz, huzurlu bir mekân. İçini göremesek de caminin ne kadar Anadolu camilerine benzediğine dair sohbet ederken kitabesini okumaya giriştim. Kapının üzerinde bir taşa beş beyit kazınmış. Kocaman harflerle ilk iki satırda şöyle yazıyordu: “Şehenşâh-ı cihân-bânî / Süleymân Han-ı Kânûnî…”

    Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış, daha sonra 1800’lü yıllarda Blagay halkı tarafından tamir ettirilmiş. Kitabede böyle yazıyordu. Okuyunca caminin içini görmeyi daha çok istedim. Mekânın kalbe tesiri vardır. Özellikle mekânı şereflendiren zatların hürmetine… Ancak nasip değilmiş.

    Camiden çıkıp yola koyulduk. Etrafı yemyeşil kıvrım kıvrım yollardan geçerken Sabahattin Abi koyun havyanı ile latifelerine devam ediyordu. İbrahim ve Siraceddin hocalar da gülümsüyorlardı. Yorgun ve aç olsak da bu latifeler biraz bizi dinçleştirmişti.

    Gideceğimiz yer yol üzerinde bir dağ restoranı imiş. Saraybosna yolu üzerinde, devasa ağaçların, çınarların altında nezih bir lokanta idi. Sadece otursanız yeter. Fakat biz acıkmıştık. Gittiğimiz yer bu yemeği ile meşhurmuş. Gerçekten çok lezzetliydi. Zaten Bosna’ya her gittiğimizde lezzetli yemeklerinden tatmak nasip oldu. Bizim yemeklerimizin aynısı, damak tadımıza uygun. Elhamdülillah. Yurt dışında olup da müslüman kardeşlerimizin elinden, helalinden yemek yiyebilmek ne güzel. Bunu bulamadığımız ülkeler de oldu. Yeri gelince anlatmak nasip olur inşallah.

    Yemeğimizi yiyip yola çıktık. Biraz daha gidince Koniçe diye bir kasabaya vardık. Onlar “Konitze” diye telaffuz ediyorlardı galiba. Manası “Konyacık” demekmiş. İsimler bile bizi bağlıyordu. Hafız Necad abi, burada imamların misafiri olacağız dedi. Yemyeşil, çok güzel bir kasaba Koniçe. İçinden bir nehir geçiyor. Nehrin kenarına durduk. Safranbolu evleri gibi bir evin yanında. Öte yanında güzel mi güzel tarihi bir cami var. Nehrin üstünde muhteşem bir köprü.

    İmamlar Meclisi

    Arabalardan indik. Ben köprüyü yakından göreyim diye nehrin kenarına yaklaşınca öteden uzun boylu, ak pak yüzlü birinin beni çağırdığını gördüm. Bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Heyacanla onu takip etmemi istiyordu. Arkadaşlar bizi ağırlayacakları binaya giriyorlardı. Uzak değildi. Onu takip ettim. Köprünün üstüne çıktık. Orta yerinde durduk, bana bir şeyler söylüyor, eliyle bir yeri gösteriyordu. O sırada Amir bizi görüp geldi.

    Meğer “Bu köprüyü Sultan Murad yaptırdı. Sizin dedeleriniz yaptırdı. Savaşta yıktılar ama Türkiye geldi yeniden yaptırdı” diyormuş. O kadar samimi ve heyecanla anlatıyordu ki. Ona “Türkiye’den geldiğimizi kim söyledi?” diye sormasını istedim. “Ben siz iner inmez anladım” dedi. O muhabbetli kardeşimizle biraz sohbet edip imamların meclisine geçtim. Evet, imamlar meclisi… Bosna’da her bölgede bir baş imam oluyormuş. Osmanlı’dan kalma bir usul. Orada imamlar toplanıyorlar. Bizde bu işi müftülük uhdesinde bulunduruyor. Ama sadece resmî olarak. Oysa böyle küçük yerlerde, belki mahallelerde bir vesile ile ilim meclisi kurmaya ihtiyaç var.

    Baş imam ve diğer imamlar bizi muhabbetle karşıladılar. Onlar dilimizi bilmiyorlar, bizden de onların dilini bilmiyorduk. Ama Arapça konuşabiliyorduk. Saraybosna’da da dikkatimi çekmişti. Bosna’da çoğu imam medrese usulü bir imam hatip okulunda okudukları için Arapçaya âşinâ oluyorlar. İslamî kaynakları da mütalaa edebiliyorlar.

    İmamlar meclisinde bize mükellef bir sofra kurulmuştu. Ana yemekler olmasa da… Börekler, tatlılar, salatalar… Yolda yemek yediğimizi haber vermişler. Yoksa orada ağırlanacakmışız. Koniçe’de kardeşlerimizle hasbihalden sonra ikindi namazımızı kıldık. Artık Saraybosna’ya dönme vaktiydi. Ertesi gün de Bosna’daki dergaha gidecek, sofi kardeşlerimizle buluşacaktık

    Dergâh üçer katlı iki binadan oluşuyor. Biri erkekler, diğeri hanımlar dergâhı. Erkekler tarafında üç kat da tıklım tıklım dolmuş. Diğer taraf da öyle imiş. Namazımızı kılıp muhabbetli bir yemeğe oturuyoruz. Türkçe bilen başka kardeşlerimiz de var. Kısa zamanda öğrenmişler. Yemekler bizim Anadolu yemeklerinden. Muhabbet de öyle.

    Bir ülkeyi gezerken müze gezer gibi gezmemeli. Hayata ve insana dokunmalı. Sadece tarihî ve güzel yerleri gezip dolaşmakla, bunlar hakkında malumat almakla olmaz. Eğer müslüman bir ülkedeyseniz biraz gayret ederek, bir selamla oturabileceğiniz bir sofra bulmalısınız. En azından vakit namazı için girdiğiniz camiden hemen çıkıp gitmemeli; biraz cemaatle, biraz imamla sohbet etmeli, tanışmalısınız. Tabi tarih bir ibret aynasıdır. Tarihî yerler de görülmeli. Seyahatte sıhhat vardır. Güzel manzaralara bakmak ve ferahlamak da güzeldir.

    Uzun bir günün ardından Saraybosna’ya döndüğümüzde iyice yorulmuştuk. Bize iki gündür refakat eden Hafız Necad, Amir ve diğer kardeşlerimiz de yorgundu. Demeseler de öyleydi. Bu yüzden akşam için bir talebimiz olmadı. Dinlenmek için Başçarşı’daki otelimize geçtik.

    Boşnakça Semerkand Dergisi

    Ertesi gün kuşluk vaktine doğru Boşnakça Semerkand dergisinin ofisine gittik. İki gündür gezdiğimiz yerlere benzemeyen bir semtteydi. Altı yedi katlı, muhtemelen Yugoslayva zamanından kalma eski bir bina. Çevredeki karaya çalan kurşuni binalar, asık suratlarıyla biraz yakın tarihin rengine bürünmüş gibiydi.

    Derginin olduğu kata gelince iki günlük aranın ardından mesaiye başlamış gibi olduk. Biraz dergiye ve Bosna’daki yayıncılığa dair konuştuk. Dergi mutfağı dört kişiden oluşuyordu. Yönetici, editör, grafiker, dağıtım ve diğer işlerden mesul bir kişi. Dergi, telif ve tercüme yazılardan oluşuyor. Aylık iki bin küsur tirajı varmış. Savaş yıllarında Boşnak nüfus mülteci olarak çok dağılmış. Batı ve Kuzey Avrupa’ya da dağıtabilsek tirajımız daha da artar diyorlar.

    Dergiden başka Boşnakça kitaplar da yayınlıyorlar. Bir kısmı Türkçeden, bir kısmı Arapçadan tercüme. Yayınlanmayı bekleyen eserler de varmış. Hafız Necad, Endülüslü Mâlikî mezhebi fakihi ve müfessir İbn Cüzey hazretlerinin et-Teshîl li-Ulûmi’t-Tenzîl adlı tefsirini dört cilt halinde tercüme etmiş. Bu eserin önemini ve yayımlanması gerektiğini anlattı.

    Dergi ve diğer kitaplar Semerkand Yayınları’nın desteğiyle basıldığından, tercümenin de basılmasını istiyor. Türkiye’ye döndüğümüzde konuşmak üzere not aldık. Ancak ekonomik zorluklar sebebiyle tefsirin basılması mümkün olmadı. Çok geçmeden Bosna’da bir başka yayınevi tarafından okura sunuldu. Çok sevindik.

    Dergi ofisinde sohbet ederken Hafız Necad, Osmanlı Türkçesiyle yazılmış matbu bir sayfa getirdi. Fotokopiyle çoğaltılmış. Okuyup çözmüş ancak bir iki kelimeyi okuyamamış. Çok zor bir metin değil. Muhtemelen tek sayfa basılmış, kitap sayfasına benzemiyor. Nakşibendî Hâlidî kolu üzere zikir âdâbından bahsediyor. Alt taraftaki silsileden Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî hazretlerinin devrinden olduğu anlaşılıyor.

    Sefine-i Evliya’da Hüseyin Vassaf hazretlerinin Gümüşhanevî hazretlerini anlatırken “bir milyon müridi olduğu”ndan bahsedişini hatırlıyorum. Ne kadar gayret etmişler. Asırlar önce buralar dervişlerin, alperenlerin gayreti ile fethedilmiş, halkı onların vesilesiyle İslâm’ı kabul etmişti. Osmanlı geri çekilirken de alperenler çekilmeyip serhatlerde birer uç beyi gibi hizmete, irşada devam etmişler. Kıymeti bilinse Allah dostları günümüzde de uzak uzak coğrafyalara uzanmaya, gönüller yapmaya devam ediyorlar. Bizim de Bosna’ya gidişimiz böyle bir gayretin neticesiydi.

    Öğle vakti yaklaşıyordu. Dergâha gidecektik. Zikir âdâbı kâğıdını “Türkiye’den çözüp göndereyim” diyerek aldım. Dönünce de ilk fırsatta hepsini okuyup yazdım ve gönderdim. Hafız Necad, Türkçeyi daha çok arkadaşlarından öğrenmiş. Daha sonra da kitap okumaya başlamış. Osmanlıca metni okumuş olsa da Osmanlı Türkçesinin kaidelerini bilmediğinden bazı yerleri yanlış yazmış.

    Dergâha gidiyoruz. Önce namaz kılıp yemek yiyeceğiz, sonra da sohbet olacak, ardından da Türkiye’ye döneceğiz. Maalesef uçak saatine denk geldiği için hatme yapamayacağız. Çarşıdan uzaklaşıp mahalle aralarına giriyoruz. Buralar mütevazı yerler. Birden renkler ve yüzler değişiyor. Etrafa yeşil hâkim oluyor, yüzler gülüyor. Anlaşamasanız da selamınıza “ve aleykümselam” diye mukabelede bulunuyorlar.

    Önce Zahiri Sonra Manevi Ziyafet

    Dergâh üçer katlı iki binadan oluşuyor. Biri erkekler, diğeri hanımlar dergâhı. Erkekler tarafında üç kat da tıklım tıklım dolmuş. Diğer taraf da öyle imiş. Namazımızı kılıp muhabbetli bir yemeğe oturuyoruz. Türkçe bilen başka kardeşlerimiz de var. Kısa zamanda öğrenmişler. Yemekler bizim Anadolu yemeklerinden. Muhabbet de öyle.

    Sohbeti Siraceddin Önlüer hocamız yapacak. O konuşacak, tercüman cümle cümle tercüme edecek. Fakat önce muhabbet olsun diye İbrahim Aydemir hoca “Can Ahmed’e Götürün” ilahisini söylüyor. Çok içten söylüyor. Meclisin muhabbeti kalbimize tesir ediyor. Biz en üst kattayız, Türkçe bilmese de ilahiden müteessir olup gözünden yaş damlayan kardeşlerimizi görüyorum. Tadı damağımızda kalmış olacak ki yıllar sonra İbrahim hocadan Kahire’de yine muhabbetli bir mecliste bu ilahiyi söylemesini rica ettim. Yine muhabbetle söyledi. Bu sefer kayda da aldım.

    İlahiden sonra Siraceddin hocamız sohbete başlıyor. Bir cümle konuşup tercüme ediliyor. Böyle uzun uzun konuşmak, sohbet etmek zordur. Hele önünüzde bir metin olmadan… Ancak Siraceddin hoca, hiç takılmadan bir buçuk saate yakın sohbet etti. Allah dostlarından öyle veciz ve güzel sözler aktardı ki, hayretle, muhabbetle dinledik. Alt katlarda ve yan binada da hoparlör marifetiyle sohbet dinlendi. Sohbetten sonra ayrılık vakti gelmişti. Vedalaşıp havalimanına geçtik. Saraybosna, Mostar ve Blagay’ı görmüştük. Travnik’i görmek isterdik fakat nasip olmadı.

    75 Yaşlarındaki Boşnak Muvakkit

    Evlad-ı Fâtihan diyarı Bosna Hersek’e ilk ziyaretimde üç gün kalmıştım. Birkaç yıl sonra günübirlik bir ziyaret daha nasip oldu. Semerkand takvim çalışmalarında Kuzey Avrupa ülkelerinin namaz vakitleri büyük bir meseleydi. Özellikle yaz aylarında gece çok kısalıyor, akşam ve yatsı vakti göz açıp kapayıncaya kadar bitiveriyordu. Ramazan-ı şerif de yaz aylarına denk geldiğinde yatsıdan sonra teravih kılacak vakit bile kalmıyordu. Bosna’da Diyanet İşleri’nde yaşlı bir muvakkit varmış. Onunla görüşmek üzere görevlendirilmiştim.

    Önce Hafız Necad ile buluştuk, sonra muvakkitle görüşmeye gittik. Türkçe bilmiyordu, tecrübelerini uzun uzun anlattı. Travnik’te bir müftünün on beş yıla yakın rasat yaptığını söyledi. Özellikle akşam namazı vakti için ulaştığı netice mühimdi. Yetmiş yaşını geçmiş bu muhterem muvakkit, Osmanlı döneminden Balkanlar’daki namaz vakitlerini gösteren bir kitapçık da getirmişti. Bütün Balkan beldeleri için namaz vakitleri çıkarılmıştı. Onu da inceledik. Kısa fakat oldukça faydalı bir ziyaretti.

    Başçarşı’da Zaman

    Bu ziyaretimden bir yıl sonra Sıddık Bey ile Saraybosna’ya bir ziyaret daha nasip oldu. Sadece başkentte kaldık. Bir iki toplantı yaptık. Sonra uzun uzun yürüdük, sohbet ettik, Başçarşı’da gezerken işleri konuştuk. Biraz yorulunca Moriça Han’a geçtik, kahve ve çayla muhabbete devam ettik. Namaz vakitlerinde Gazi Hüsrev Bey Camii’ne gidiyorduk. Sabah namazı için de otelimizden çıkıp hemen aynı camiye geçiyorduk. Bu ziyaretimde Başçarşı’yı ve civarını çok daha yakından yaşamak nasip oldu. Sabah namazından sonra eski usul bir fırından sıcacık Boşnak Böreği aldık, çok lezzetliydi. İki gün içinde Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi’nde araştırma yapma imkânımız da oldu. Çok kıymetli yazmalar barındıran bir kütüphane.

    Girişte sergilenen kitaplardan biri dikkatimi çekti. Münîr-i Belgradî’ye ait Sübülü’l-Hüdâ adlı Türkçe ilmihal kitabı. Manidâr bir şekilde bu eseri sergiliyorlardı. Kitapları görmeye müsaade yok, çünkü bütün yazmalar dijital ortama taşınmış. Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki gibi bilgisayarlardan inceleyebiliyorsunuz. Biz de dijital ortamda inceledik. Bazı eserleri almak istedik ancak üye olmamız gerektiğini söylediler. Üye oluyoruz fakat üç gün gerekiyormuş.

    Engel olmuyorlar ancak usul böyleymiş. Nasip diyoruz. Bilgisayarda açtığımız ilk yazmalardan birinin ilk sayfasındaki liste dikkatimi çekti. Macaristan’dan İstanbul’a menziller yazmışlar. Yani mola yerleri. Her bir menzilin ne kadar mesafede olduğu da yazılmış. O an, bin atlı akınlar devrine doğru kısa bir yolculuğa çıktım. Bir gün böyle notlar üzerine de yazmak nasip olur inşallah.

    Kütüphanedeki yazmaları tanıtan Boşnakça hacimli bir katalog hazırlayıp 17 cilt olarak basmışlar. Birazcık da kataloğu inceliyoruz. Sonra sayılı saatlerimiz bitiyor ve bir gün yeniden yolumuz düşer diyerek güzel niyetlerle İstanbul’a geri dönüyoruz.