Kelam ilminin faydaları nelerdir? Kelam ilminin faydası da vardır zararı da. Faydalı olduğu zamanda verdiği menfaate göre mubah olur veya teşvik edilir yahut içinde bulunulan duruma ve hale göre farz bile olur. Zararlı olduğu zaman ve mahalde ise haram olur.
Kelam ilminin zararı, kalplere şüphe yayması, akaidi sarsması, bozuk fikirleri harekete geçirmesi, inançtaki kesinlik ve samimiyeti yok etmesidir. Bunlar ilk başlangıç halinde olan zararlardır. Bundan sonra sağlam inanca bir delil ile dönebilmek şüphelidir ve bu konuda insanların durumu birbirinden farklıdır. Hak olan itikad konusunda kelâm ilminin zararı budur.
Kelâm ilminin diğer bir zararı, bid’atçıların itikadını kuvvetlendirmek ve onun kalplerinde yerleşmesine sebep olmaktır. Çünkü bid’atçılar (kendileriyle kelâmî konularda tartışmaya girildiğinde) davalarını savunmaya kalkarlar ve onda ısrarları artar, bu zarar, tartışmadan kaynaklanan taassup sebebiyledir.
Bunun için (inat ve ısrar olmadan) cahilce bid’ata dalan birine, hatası yumuşaklıkla anlatılırsa kısa zamanda yanlış itikadından kurtulması mümkündür.
Fakat o, tartışma ve taassubun yayıldığı bir beldede (ve ortamda) yetişmişse, öncekiler ve sonrakiler bir araya gelse onun kalbinden bid’atı çıkarmaya güç yetiremezler.
Çünkü hava (kötü arzular), taassup, kendisiyle tartışan hasımlarına ve muhalif gruplara karşı duyduğu nefret onun kalbini sarar, hakkı anlamasına engel olur (Bu durum, itikad konularındaki yersiz tartışmaların sonucudur).
Hatta bu kimseye, “İster misin Allah Teâlâ sana hakikat perdesini açıp doğrunun hasmında olduğunu göstersin?” dense o, bununla hasmının sevineceğinden korktuğu için bunu istemez.
Bu durum, bütün beldeleri ve kulları sarmış tedavisi olmayan ağır bir hastalıktır. Bu hal, itikadî konularda tartışanların taassupla yaydıkları bir ifsat çeşididir. İşte kelâm ilminin zararı budur.
Kelâm ilminin faydasına gelince: Bazan kelâm ilminin hakikatleri keşfetmede ve onları gerçek halleriyle tanımada faydalı olduğu zannedilir. Heyhât! Kelâm ilminde böyle şerefli bir ilmi (müşahedeyi) elde ettirecek özellik yoktur.
Belki ondaki hata ve sapıtmalar, hakikati keşfetmekten ve marifetten daha fazladır. Eğer sen bunu bir hadisçiden veya zâhiren âlim gözüken birinden işitseydin belki aklına, “İnsanlar cahili oldukları şeye düşmandırlar” düşüncesi gelebilirdi.
Fakat sana bunları söyleyen kimse (İmam Gazali kendisini kastediyor), kelâm ilmini iyice öğrendikten sonra onu terk etmiş, kelâm ilminde mütekellimlerin ulaşacağı son noktaya ulaşarak derinlere dalmış ve sonra bunlardan ileri geçerek kelâm ilmi ile alakalı başka bir ilim olan felsefede derinleşmiş, kelâm ilminden hakikatlere ulaşma yolunun kapalı olduğunu anlamış biridir.
Doğrusu, kelâm ilmi de bazı işleri izah edip tanımlamaktan tamamen uzak değildir fakat bu durum, kelâm ilmine dalmadan da anlaşılacak açık olan bazı konularda çok nadir gerçekleşmektedir.
Kelâm ilminin tek faydası vardır, o da avam için açıkladığımız itikadi korumak, onu bid’atçıların türlü tartışmalarla karıştırmasından muhafaza etmektir. Çünkü cahil kimse zayıftır; bid’atçının tartışması bozuk ise onu sarsar.
Böylece bozuk bir görüş, diğer bozuk bir görüşle defedilir (Kelâm ilmiyle bid’atçının zararı defedilmiş olur). İnsanlar, yukarıda anlattığımız akîde ile kulluk yapmaktadırlar. Çünkü dinimiz, onlara bunu getirmiştir. Onda din ve dünyalarının salahı için yeterli şey vardır.
Selef-i sâlihîn (önceki salihler) o akîde üzerinde birleşmişler, âlimler de avam halk için onu bid’atçıların karışık görüşlerinden koruyarak dine hizmet etmişlerdir; aynen sultanların, insanların mallarını zalimlerin ve gaspçıların hücumundan koruması gibi.
Kelâm ilminin zararını ve faydasını iyice bilince, bu konuyla ilgilenen kişi tehlikeli ilaçları kullanan uzman doktor gibi olmalıdır; çünkü doktor ilacı ancak yerinde kullanır. Bu da onu ihtiyaç vaktinde lazım olan miktarı kadar kullanmaktır.
Bunun açıklaması şudur: Sanat ve çeşitli mesleklerle meşgul olan avam halkı, kelâm ilmine bulaştırmadan, yukarıda bahsettiğimiz saf inanç üzere bırakmak gerekir. Onlara kelâm ilmini öğretmek zararlıdır. Çünkü kelâm ilmi çok defa onlarda şüphe uyandırır, itikadlarını sarsar, bundan sonra düzeltmek de mümkün olmaz.
Bid’ata itikad eden avam halka gelince, onların sertlik ve taassupla değil, yumuşaklıkla, nefsi ikna eden ve kalbi tesir altına alan sözlerle, vaaz ve uyarı sanatıyla karıştırılmış Kur’an ve Sünnet’ten alınan delillerle hakka çağrılmaları gerekir.
Bu, kelâmcıların usulü üzere yapılan tartışmadan yani cedelden daha faydalıdır. Çünkü avam halk, tartışma usulü bir söz işitir ve bunun insanları kendi itikadına yaklaştırmak için kelâmcının öğrendiği bir mücadele tarzı olduğuna inanır, kendisi cevaptan aciz kalırsa, kendi mezhebinden mücadelecilerin bunu defetmeye güçlerinin yettiğini düşünür (inat eder, hak söze kulak tıkar).
Bir öncekilerle ve bunlarla cedel yoluyla tartışmaya girmek haramdır. Şüpheye düşen kimse ile de cedel yoluyla tartışmaya girmek haramdır. Çünkü onun şüphesini derin kelâmî konulara dalmadan yumuşak söz, vaaz ve akla yakın makbul delillerle gidermek gerekir.
Son haddine kadar tartışma ancak bir yerde fayda verir, o da eğer dinlediği tartışma sonucu bid’ata inanan bir avam varsa, ona aynı tartışmayla karşılık verilir, bu şekilde hakka dönmesi sağlanır.
Bu yöntem de mücadele ve tartışmaya iyice alışmış, vaaz ve halka yönelik uyarıların kendisini kanaatinden çevirmediği kimselere uygulanır. Bu kimse öyle bir noktaya ulaşmıştır ki ona cedel yoluyla tartışmadan başkası fayda vermez. Bu durumda onunla tartışmaya girmek câizdir.
Bid’atın az olduğu, mezhep ihtilaflarının bulunmadığı muhitlere gelince, oralarda yukarıda özetle anlattığımız Ehli sünnet inancı ile yetinilmeli ve delillere dalınmamalı; bir şüphenin meydana gelmesi beklenmeli, eğer şüphe meydana gelirse o zaman deliller ihtiyaç kadar dile getirilmelidir.
Bid’atlar yayılmışsa ve küçük çocukların kandırılmasından korkuluyorsa, o zaman, er-Risâletül-Kudsiyye adlı eserimizde dile getirdiğimiz kadarıyla delillerden bahsetmekte bir sakınca yoktur.
Bu tavsiyemiz, bid’at tartışmaları onlarda kötü bir tesir bırakmışsa bid’atçıların tartışmalarının tesirini gidermek için geçerlidir. Zaten o kitap da kısadır. Kısa olduğu için onu şu anda işlediğimiz itikat kitabımızın üçüncü bölümüne koyduk.
Eğer çocuk zeki ve bu zekâsı sebebiyle kafasında birtakım sorular oluşuyor yahut içinde bir şüphe uyanıyorsa, zararlı illet gözükmüş ve hastalık ortaya çıkmış demektir.
Bu durumda, bir ileri merhaleye geçerek ona, elli varak (yüz sayfa) hacminde olan el-Iktisâd fil-I’tikâd adlı eserimizi okutmakta bir sakınca yoktur. Onda itikad kaidelerinin dışına çıkılıp kelâmla ilgili konulara dalınmamıştır.
Eğer bu kitap onu ikna ederse, ne âlâ; yoksa artık hastalık müzminleşmiş ve bütün vücudu sarmıştır. Bu durumda doktor (âlim) ona imkânı ölçüsünde yumuşak davranmalı ve onun hakkında Allah Teâlâ’nın takdirini beklemelidir.
Bu, Cenâb-ı Hak tarafından ona hakkı gösterecek bir uyarı gelinceye kadar devam etmelidir. Yahut o kimse kendisine takdir edilen vakte kadar şek ve şüphe içinde kalmaya devam eder el-İktisâd fil-I’tikâd adlı kitabımızın veya benzeri hacimdeki bir kitabın faydalı olacağı ümit edilir.
Onun dışındaki kitaplara gelince onlar iki kısımdır.
Birinci kısım, İslâmî akaid kaidelerinin dışında olup felsefenin konu ettiği itimâdât, ekvân ve idrâkâtı araştırmak; görme konusuna dalmak gibi anlayışı saptıran bâtıl şeylerdir.
Görme konusunda tartışılan şudur: Görmenin, görmemek gibi bir zıddı mı var, yoksa âmâ (körlük) mü var. Eğer zıddı varsa, o tek olup, görülen her şeyden meneder veya görülmesi mümkün olan şeyler adedince engel sabittir.
İkinci kısmı ise, İslâmî akaid kaidelerinin dışındaki delilleri kuvvetlendirmek için ek bilgileri ve soru cevap türü ilave şeyleri içerir. Bu da fazla detaya dalmak olup bir fayda vermez, ancak bu kadarıyla ikna olmayan kimsenin sapıklık ve cehaletini artırır.
Nice sözler (ve konular) vardır ki haddinden fazla açıklamalar onu daha karmaşık hale getirir.
Eğer biri, “Idrâkâtın ve itimâdâtın hükmünü araştırmakta düşünceyi geliştirmek gibi bir fayda vardır. Kılıcın cihadda kullanılan bir alet olması gibi, fikir ve düşünce de dini anlamak için birer alettir; böyle konuları araştırarak fikri geliştirmekte bir sakınca yoktur” derse; o, “Satranç oynamak fikri geliştirir, bundan dolayı satranç oynamak dinin güzel bulduğu işlerdendir” diyen kimseye benzer.
Halbuki o, karışık bir iştir. Hem fikrin gelişmesi diğer dinî ilimlerle de olur ve ayrıca onlardan bir zarar gelme korkusu yoktur.
Bu anlattıklarımızla, kelâm ilminin hangi halde ne kadarının kötülendiğini ve ne kadarının güzel bulunduğunu, ondan kimin fayda görüp kimin fayda görmediğini öğrenmiş oldun.
Şöyle diyebilirsin: “Bid’atçıyı reddetmek için kelâm ilmine ihtiyaç olduğunu sen itiraf ettin. Bu zamanda bid’atlar yayılmış, musibet herkesi kapsayacak şekilde yaygın hale gelmiş ve onu defetmeye ihtiyaç hâsıl olmuştur.
Bu durumda kelâm ilminin farzı kifaye olarak görülüp öğrenilmesi gerekli olmaktadır; aynen hüküm verme, yönetim ve diğer ilimleri öğrenerek insanların mallarını ve haklarını korumanın gerekli olduğu gibi.
Âlimler bu ilmi yaymak, öğretmek ve araştırmakla meşgul olmazlarsa o devam etmez. Bütünüyle terkedilince hepten yok olup gider. Sadece temiz fıtrat (ve akl-ı selim), bilgi olmayınca bid’atçıların şüphelerini gidermeye yeterli olmaz.
Bu durumda diğer farzı kifaye ilimler gibi kelâm ilmini öğretmek de gerekmektedir. Allah kendilerinden razı olsun, sahabe devrinde durum farklı idi; çünkü o devirde buna ciddi ihtiyaç yoktu.”
Bilesin ki: Hak olan görüş şudur: Her beldede kelâm ilmini bilen ve kendini o beldede bid’atçıların yaydığı şüpheleri gidermeye tahsis eden bir âlimin bulunması gerekir. Bu da öğretmekle devam eder. Fakat bunun fıkıh ve tefsir gibi herkese öğretilmesi doğru değildir.
Kelâm ilmi ilaca benzer (her zaman lazım değildir); fıkıh ilmi ise (her gün ihtiyaç olan) gıdaya benzer. Gıdanın zararından endişe edilmez; ilacın zararından ise sakınmak gerekir. Bunun niçin böyle olduğuna kelâm ilminin zararlarını dile getirirken değinmiştik.
Kelâm ilmini bilen bir âlim, bu ilmi, kendisinde şu üç haslet bulunan kimseye öğretmelidir.
1. Kendini sadece ilme vermeli ve ilme karşı hırslı (azimli) olmalı. Çünkü sanat ve benzeri mesleklerle uğraşan kimseleri, bu meşguliyetleri, ilmi tamamlamaktan ve meydana geldiğinde şüpheleri gidermekten engeller.
2. Kıvrak zekâ, ince anlayış ve güzel konuşma kabiliyeti olmalı. Çünkü zeki olmayan kimse dinlediği ve anladığı şeyden bir fayda görmez. Kıt anlayışlı kimse de işittiği delillerden faydalanamaz. Bu durumdaki kimselere kelâm ilminin zarar vermesinden korkulur, ondan fayda görmeleri beklenmez.
3. Tabiatında güzel hal, dinî hassasiyet ve takva bulunmalı; kendisine mezheplerdeki taassup galip olmamalıdır. Çünkü fâsık (çekinmeden günahlara dalan) kimse, en küçük bir şüphe ile dinden çıkar.
Onun fısk hali, kendisiyle dünyevî lezzetler arasındaki engeli (edebi) yok eder, perdeyi kaldırır. Bu durumda o, kalbindeki şüpheyi gidermeye çalışmaz; tam tersine mükellefiyetin yükünden ve meşakkatinden kurtulmak için onu bir ganimet bilir.
Böyle bir öğrencinin ifsat ettikleri, ıslah ettiklerinden daha çoktur. Bu sınıf ve taksimatları bildikten sonra kelâm konusunda ortaya konan makbul delillerin, kalplere tesir eden ve nefisleri ikna eden yumuşak ifadelerden oluşan Kur’an’ın delilleri cinsinden olduğu senin için açıklığa kavuşmuştur.
Yoksa kelâm ilminden maksat çoğu kişinin anlamadığı, anlayanların da hakikati olmayıp işi karıştırmak için öğrenildiğine inandığı bir sürü taksimatlar ve şaşkınlığa düşüren araştırmalar değildir. Bunlar öyle zayıf delillerdir ki emsali bir delil karşısında çürüyüp gider.
Ve yine İmam Şâfiî’nin ve bütün selefin (önceki salihlerin), dikkat çektiğimiz zararından dolayı kelâm ilmine dalmaktan ve sırf onunla meşgul olmaktan neden menettiklerini anlamış oldun.
Abdullah b. Abbas’ın [radıyallahu anh] Hâricîler’le yaptığı münazaraya ve Hz. Ali’nin [radıyallahu anh] kader ve diğer konularda yaptığı tartışmaya gelince, onlar kelâmla (itikad ile) ilgili açık bir konuda ve ihtiyaç olan bir konumda yapılmıştır. Bu, her halde övülen bir durumdur.
Evet, kelâm ilmine olan ihtiyaç asırlara göre farklılık arzetmektedir. Bazı devirlerde kelâm ilmine (delil getirerek münkirle tartışmaya) çok ihtiyaç olmuştur, bazı devirlerde ona ihtiyaç azalmıştır. Hükmün de buna göre değişmesi tabiidir.
Bu, halkın kendisiyle Allah’a kulluk yaptığı akîde, onu savunma ve koruma hakkındaki hükümdür. Kalpten şüpheleri gidermeye, hakikatleri keşfetmeye, eşyayı olduğu gibi tanımaya ve bu akîdenin zâhirî ifadelerinden ortaya çıkan sırları anlamaya gelince, bunun tek anahtarı (yolu) vardır, o da mücâhede, kalpten şehvetleri söküp atmak, bütün varlığı ile Allah Teâlâ’ya yönelmek ve mücadelenin karışıklığından arınmış temiz bir fikre sahip olmaktır.
Bu, Hak Teâlâ’dan bir rahmettir; O, bu rahmeti gönlünü ilâhî nefhalara (tecelli ve feyizlere) açanlara akıtır. Her gönül manevi nasibi, ona yönelişi, onu kabulü ve kalbinin temizliği nisbetinde ondan alır. Bu öyle büyük bir denizdir ki onun dibi bulunmaz, sahiline ulaşılmaz.