Tasavvufta melâmet yapılan iyilikleri gizlemek, günahları ise nefsi zelil ve terbiye etmek için açığa vurmak anlamında bir terimdir. Tarikatların henüz kurumsallaşmadığı 9. asırda özellikle Horasan bölgesindeki (günümüzde Türkmenistan, Afganistan ve İran arasında bölünmüş geniş bir coğrafyadaki) sûfîlerin takip ettikleri yola Melâmîlik veya Melâmetîlik adı verilir. Fakat Melâmîlik bir tarikattan ziyade, pek çok tarikatın içinde az çok yer alan bir tarz ve tavır olarak kendine yer bulur. Bu tavır kısaca, başkalarının kınamasından kaçınmamak, aksine bu kınamayı nefsi terbiye ve baskılama için kullanmak şeklinde özetlenebilir.
Diğer taraftan Melâmetî tavır, riyadan kaçınmak için yapılan her türlü iyiliğin saklanmasını gerektirir. Melâmet ehli sürekli nefsini kınar, onun kusurları ile meşgul olur. Halkın içinde kendilerini asla belli etmez ve manevi hallerini gizlerler. Çünkü Allah için yapılan amellerin insanlar tarafından bilinmesinde riyaya düşme korkusu vardır.
Melâmetîler, ulaştıkları manevi mertebenin anlaşılmaması için muhataplarının seviyesine inerler. Güzel ve göze çarpan elbise giymekten sakınırlar. Herkesin içinde sıradan biri gibi görünürler. Böylece kendilerini hem riyadan hem de insanların övmesinden korurlar. Nefslerinin etkisini kırmak için de şeriatın izin verdiği oranda günahlarının bilinmesini sağlarlar. Bu sebeple de insanlar tarafından kınanır ve azarlanırlar.
Melâmî meşrep sûfîler, Kur’an-ı Kerim’deki, “… Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın bir lütfudur; onu dilediğine verir. Allah geniş ihsan sahibidir, her şeyi bilendir.” (Mâide 54) mealindeki ayet-i kerimenin melâmete işaret ettiğini söylerler.
İmam Hücvîrî rahmetullahi aleyh, Keşfu’l-Mahcub adlı eserinin melâmet bahsinde bu ayeti zikrettikten sonra konuyu şöyle açıklar:
“Allah Teâlâ’nın âdeti şu esas üzerinde cereyan eder: Kendisinden bahseden ve kendisi ile bir alaka kuran herkesi dünya halkına kınattırır. Bu, onların güzelliklerinin herhangi bir göz tarafından fark edilmemesi içindir. Fakat kınanan kimsenin kalbini bu kınamalarla meşgul olmaktan muhafaza eder. O, dostlarını başkalarını düşünmekten korur. Allah, onları kendilerini fark etmekten de himaye eder. Bu da kendi güzelliklerini görüp kendilerini beğenip kibir afetine düşmesinler diyedir.”
İmam Kuşeyrî hazretleri ise yukarıdaki ayetin “hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar” bölümünü şöyle açıklar:
“Onlar, herhangi bir dostun tavsiyesini dikkate almadıkları gibi kendi iradeleri ile hüküm vermeye de yönelmezler. Onlar hazlarının ve nasiplerinin peşinden gitmedikleri gibi herhangi bir şekilde vefa yolundan da sapmazlar.”
Hücvirî rahmetullahi aleyh, melâmetin üç şekli olduğunu söyler. Bunlardan birinci ve ikincisi makbulken, üçüncüsü dinen yasaklanmıştır. Melâmetin birinci şeklinde bir kimse güzelce amel eder, dinî hükümlere son derece riayet eder. İşlerinde ihlâstan ayrılmaz. Fakat bu sebeple de insanlar tarafından kınanır. Fakat o halkın kınamasına hiç aldırmayıp yoluna devam eder.
Melâmetin ikinci şekli ise halkın içinde tanınan ve şöhret sahibi kişiler için geçerlidir. Bunlar halk arasında parmakla gösterilirler. Bu sebeple de kalpleri makam ve itibara meyleder. Yanlış yaptıklarını anlayınca da Hakk’a yaklaşmak ve kalplerini tanınma isteğinden kurtarmak için şeriatın sakıncalı bulmadığı bazı davranışları sergileyerek insanların kendilerinden yüz çevirmelerini, hatta nefret etmelerini sağlarlar. Böylece halk artık bu kişilerle ilgilenmez.
Melâmetin üçüncü şekli ise melâmet bahanesiyle dinin emirlerini çiğnemekten ibarettir. Bu kişiler nefslerinin arzusuna kul olmuş ama bunu “ben melâmîyim” diyerek gizlemektedir. Kısacası, Allah’ın hükümlerine uymamak için melâmet ehli imiş gibi gözükürler.
Şehâbeddin Sühreverdî hazretleri melâmetin bütün benliği ile ihlâsı içine sindirmek ve sıdkı elde etmek olduğunu belirtip şöyle der:
“Melâmetîlerin ihlâsa sarılma konusunda ayrı bir özelliği vardır. Onlar sahip oldukları hal ve amellerin gizlenmesi gerektiği kanaatindedirler ve bunu yapmaktan büyük bir haz alırlar. Öyle ki, melâmetîler amel ve hallerinden birinin bilinmesinden, suç işleyen bir kimsenin suçunun ortaya çıkmasından korktuğu gibi korkar. Çünkü melâmetînin gözünde ihlâs her şeyin üstündedir ve ona sımsıkı sarılmıştır.”
Zünnun el-Mısrî hazretleri kişinin ihlâs sahibi olmasının üç alameti olduğunu söyler:
• Kişinin gözünde halk tarafından övülmesiyle yerilmesinin bir olması,
• Yaptığı amelleri kıymete değer bulmaması,
• Amelinin âhirette sevap getireceğini düşünmemesi.
Kısacası, meşhur ifadeyle “melâmet selameti terk etmektir.” Melâmetîler insanların kendilerini kınamaları sayesinde dünyevî bağları daha hızlı kesebileceklerini ve böylece riyadan kurtulup ihlâsa ereceklerini söylerler. Tasavvuf ehlinden bir grup bu yolu seçmiş ve “kınayıcının kınamasından korkmazlar” hikmetini kendilerine düstur edinmişlerdir.
Şehâbeddin Sühreverdî hazretleri; “ihlâs melâmetînin halidir ama ihlâsı görmekten kurtulmak ise sûfînin halidir” diyerek sûfînin melâmetîden üstün olduğunu söyler ve sözlerine şöyle devam eder:
“Melâmetî kişi, ihlâsa sımsıkı sarılıp sadakatle bunun gereğini yerine getirmeye çalışan birisi olmakla birlikte, kendisinde halkın değerlendirmesini dikkate alma halinden bir parça mevcuttur. Sûfî ise halk içinde amel etmek veya amelden çekinmek gibi hallerden tamamen temizlenip sıyrılmış, onları yokluk gözüyle görmüş, kendisine tevhid nuru parlamış ve ‘O’nun zâtından başka her şey yok olucudur.’ (Kasas 88) ayetinin sırrını yakînen görüp anlamıştır.”