İçeriğe geç

Nihavend Makamı

    Az konuşurdu Necdet. Doğrusu, gerekmedikçe konuşmazdı. Zaten söze başladığında arkası nasıl gelecek, diye gözlerinin içine bakardı etrafındakiler. O, bu bakışları bilirdi. Bu bakışların söylediklerini. “Hadi, bitir artık sözlerini” diyemese de demek isteyenlerin sabırsız hallerini. Dili tutuktu. Alışmıştı haline fakat kabullenememişti bir türlü.

    Henüz çocukken, sofrada tabağını uzatıp “-bi -bi -bibi -biraz da…” derken “Biraz daha mı istiyorsun kuzum?” diye kapardı annesi tabağı elinden. Terlemiş, boyun damarları kabarmış, titremekten kıpkırmızı olmuş yüzüyle başını sallar, derin bir nefes bırakırdı. İstediği ikinci tabağı yemeye takati kalmayacak kadar yorulurdu. Okulda da aynıydı durum. Duvar kenarına oturur, konuşmaya yeltenmezdi bile. Öğretmenin sorduğu bütün sorulara içinden cevap verir, bazen çıkıp tıpkı öğretmeni gibi tane tane anlattığını hayal ederdi dersleri. Ama olmazdı. Yine de kimi zaman dayanamaz, “Kim çözecek tahtadaki soruyu?” dediğinde öğretmen; elini havaya kaldırıp “-Be -be -be bennnn!” deyiverirdi. O “ben”i söyleyip sustuğu anda bir kahkaha kopardı sınıfta. Öğretmen “Susun!” diye bağırır, Necdet’i tahtaya kaldırır, o da boynundan akan terlerle, hiç konuşmadan tahtaya yazardı cevabı. Soruyu çözüp bitirdiğinde elindeki tebeşire bakardı. Kulakları yanardı o esnada. Kafasını kaldırıp arkadaşlarıyla göz göze gelmek istemezdi. Ama kıkırdamaları duyardı. Ve fısıltıları.

    Büyüdükçe daha az konuşmaya başladı böylece. Hatta susmaya. Evde ne istediğini anlıyorlardı zaten. Kasabadaysa yalnız dolaşıyor, annesinin isteklerini alırken parmağıyla işaret ediyor yahut yazdığı kağıdı uzatıyordu satıcılara. Ama yine de içinde hiç susmayan bir hatip durmaksızın anlatıyor, yanında edilen muhabbetlere katılıyor, insanlara nutuk çekiyor, çocuklarla şakalaşıyordu. İçinden. Sessizce.

    Askere gidip döndüğünde bir toptancının yanında çalışmaya başlamıştı. İş için amcası ricacı olmuş, patron da yetimliğini vurgulayıp üstten bir tavırla “Gelsin yanıma” demişti. Bir sakata acır, bir garibana sadaka verir, lütfeder ve lütfunun bilinmesini ister, bilinmesini ve eliyle eteğinin öpülmesini ister gibi söylemişti bunu. Necdet kıpkırmızı olmuştu. Ah keşke “İstemem senin işini” diyebilseydi. Ama ağzını açsa, o ilk heceyi çıkaramadan çoktan arkasını dönmüş olurdu patronu. Buğday, fasulye, nohut ve mercimek çuvallarının ardındaki küçük camekanlı bölmeye girmiş ve sanki bakliyat toptancısı değil de yeryüzündeki tüm bakliyatın sahibi gibi deri koltuğuna kurulup sigarasını yakmış olurdu. Hem çalışması gerekiyordu Necdet’in mecburen. Bu yüzden her zaman yaptığı gibi susup ertesi sabah toptancı dükkanına yollandı.

    Aylar boyunca oradaki herkesten fazla çalıştı. Konuşamaması bir kusurmuş da kusurunu kapatması için daha çok çabalamalıymış gibi. “Necdet çay söyle. Necdet kapıyı süpür. Necdet çuvalları kamyona yükle. Necdet gelenleri depoya taşı. Necdet Necdet Necdet…” Yeryüzünden herkes silinmiş de yalnız Necdet kalmış gibi adını tekrarladı patronu bıkmadan. Derken bir gün yoruldu. Bedeni çoktan yorgun düşmüştü. Ama yaşamaktan, yaşarken yaşamıyor gibi davranılmasından, hesap soramamaktan, içinde biriktirdiği hesapların ağırlığından, sonra yetimlikten ve hep susmaktan, annesinin yaşlı gözlerinden ve ona acınmasından, merhametli bakışlardan ve konuşmaya kalktığında insanların onun kelimelerini, sonra cümlelerini tamamlamasından yoruldu.

    “Konuşmaya Çalışma, Makamlı Söyle”

    Üzerindeki iş önlüğünü çıkarıp dükkanın kapısına bıraktı ve koşar adım uzaklaştı. Nereye gideceğini düşünmeden ilerlerken cami geldi aklına. Bu saatlerde kimsesiz olurdu cami. Necdet gibi. İhtiyacı olduğunda Necdet’e iş buyuranlar gibi caminin de kapısını vakti gelince açıyordu herkes. Sonrasında boş, yalnız, kendiliğinde. İkisi de. Cami de Necdet de. Ağlayarak girdi içeriye. Hıçkırıkları azaldığında, bir inilti çıkarken ağzından, yorulmadan ve canını acıtmadan çıkarken sesi şaşkındı.

    Ayağa kalkıp delirmiş gibi bağırmaya başladı. Önce “-Aaaaa” dedi. Sonra “-Ooooo” dedi. Derken bütün sesli harfleri bağırarak çıkarmaya başladı. Takılmıyordu. Hayır. Kollarını iki yana açmış, kafası caminin kubbesine doğru yukarıda, döne döne bağırıyordu. Arkasından içeriye girip kendini izleyen imamı bile fark etmemişti. Nihayet yorulup durdu. Durunca imamı gördü. Görünce sustu hemen. Tıpkı gözyaşı gibi sesinin de bir vanası vardı sanki. Başını önüne eğdi. İmam ona yaklaştı. Caminin ortasında oturdular. İmama anlatmak istiyordu ama yapamadı. “Be -be -be -bennn” derken yeniden tutulmuştu. Rüya bitmişti demek. İmam elini Necdet’in dizine koyup “Yeniden dene!” dedi. “Makamlı söylemeyi dene.” Necdet anlamamış gözlerle baktı. “Konuşmaya çalışma, makamlı söyle” dedi imam. Necdet denileni yaptı “Beeen” dedi. Takılmadan tek seferde. Sevinçle sarıldı imama. Ayağa kalktı. Sonra tekrar oturdu. “Beeen” dedi yine. Ezgili.

    Toptancı dükkanına gitmeyi bıraktı. Her gün camide. İlk safta, cemaat dağıldığında bile imamın yanında. Sessiz. Kimse yokken bir makamla yükselterek sesini. Söylerken takılmadan, yorulmadan, titremeden üstelik. Düşünmeden, ezberden, gözlerini kapatıp makama bıraktığında kendini. Geçiyordu tutukluğu. Bir mucizeydi bu. Necdet’le büyümüş, Necdet’in içinde büyümüş, ortaya çıkmak için onun boğazında birikmiş bütün o hıçkırığı atmasını beklemiş, atınca da yolunu bulmuş su gibi ince ince akan bir mucize.

    Beş ay sonra cuma hutbesinin ardından “Ey cemaat-i müslimin!” diye seslendi imam kasabalıya. “Bundan böyle caminin yeni müezzini Necdet’tir.” Herkes birbirine baktı. Kalabalığın fısıltısı uğultuya dönüştü. Aynı anda hem gülenlerin hem öfkelenenlerin sesleri karıştı birbirine. İmam minberden indi. Mihraba doğru yürüdü. Arkasına geçen Necdet kamet getirmeye başladı. Herkes şaşkın, niyet etmeyi bile unutmuşlardı. İmam “Allah-u Ekber” dediğinde, namazı kıldırıp selam verdikten sonra dahi ağzı açık birbirine bakıyordu cemaat. Necdet nihavend makamında Ayete-l kürsiyi okuyup da artık cemaatin dağılma vakti geldiğinde, kasabalı erkekler kekeleyerek birbirine aynı şeyi soruyordu: “Na na na nasıl olur?”