Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sürecinde Türkiye’nin takip ettiği başarılı uluslararası denge siyaseti, dün bu tür ilişkileri nasıl kurarak yürüttüğümüz ve geleceğin nasıl olacağı sorularını gündeme getiriyor. Merak ediyoruz: Neydik ne olduk, ne olacağız?
Devletler arasındaki ilişkilerin tarihi, dünya üzerinde ilk devletler sisteminin kurulması ile başlamıştır. Bizim coğrafyamızın bir parçası olan Mezopotamya ya da diğer adıyla iki ırmak (Dicle ve Fırat) arasında kurulan Sümerlerin hakimiyet mücadelesi, devletlerin komşuları ile olan ilişkilerini ortaya çıkarmıştır ve Anadolu bu ilişkilerin hayat kaynağı olmuştur.
5000 yıllık bir geçmişe sahip olan bu ilişkiler yumağında Anadolu çok acılar çekmiş, çok imparatorlar görmüş, kıtlıklar, salgın hastalıklar, savaşlar yaşamıştır. Anadolu tarihinde savaş, kıtlık ya da salgın hastalıkların olmadığı bir yüzyıl bulmak gerçekten çok zordur.
İnsanoğlunun uluslararası ilişkiler alanındaki bu uzun seyahati, modern anlamda 19. asırda bugünkü rengine bürünmüştür. Ayrıca 10. asrın son çeyreği Osmanlı tarihi ve bizim coğrafyamız açısından da bir dönüm noktasıdır.
1860’da İtalya’nın, 1870’de Almanya’nın milli bir devlet olarak doğuşu, dünyayı idareleri altında sömüren, pazarlayan İngiltere ve Fransa’nın pek hoşuna gitmemiş, uluslararası rekabet kısa süre dünyayı büyük bir savaşa sürüklemiştir.
Almanya’nın 1870-1890 yıllarında güçlü bir milli devlet olarak doğmasında Başbakan Bismarck’ın Büyük etkisi olmuştur. Bismarck’in Avrupa siyasetinde etkin olduğu dönemde, bütün büyük devletlerin dahil oldukları ve merkezinde Osmanlı Devleti bulunan Şark Meselesi ön önemli gündem maddesiydi.
Bu gündemin siyasi oyuncularının başında gelen Bismarck, Avrupa’daki dengeleri korumak amacıyla Alman menfaatlerine en uygun şekilde, ortaya çıkan sorunların büyümemesi için çaba sarf etmiştir.
Fransa’yı yenerek büyük bir zaferle doğan Almanya, sûkûn devrine ihtiyaç duyduğunda Fransa’nın kendisine saldırısını önlemek için uluslararası denge siyaseti takip etmiş, Rusya’yı ve Avusturya’yı yanına alarak bu hedefine ulaşmıştır.
Bismarck’ı takiben II. Wilhelm 1890 yılından itibaren bu siyaseti terk edip Almanya’yı bir dünya devleti haline getirmek isteyince Fransa. İngiltere ve Rusya’yı karşısında bulmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte Almanya, Avusturya ve İtalya üçlü ittifakı, İngiltere, Fransa ve Rusya üçlü ittifakı doğmuştur. 1907 Reval Buluşmasında İngiltere ve Rusya dünya üzerindeki paylaşımların tamamlayarak kendi hâkimiyet alanları belirlenmişlerdir.
İngiltere ve Fransa antlaşması da Osmanlı toprakları dahil dünya üzerindeki paylaşımlarını resmiyete dökmüştür. Her iki anlaşmada İngiltere Hindistan, Kuzey Afrika ve Osmanlı Orta Doğusundaki nüfuzunu bu devletlere kabul ettirerek büyük avantajlar elde etmiştir.
Britanya İmparatorluğu için bundan sonra tek gaye bu “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluğu” Almanya’ya karşı korumak olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce büyük devletler arasındaki mücadelenin merkezinde İslam dünyası vardır ve bu dünyanın tek bağımsız sahası Osmanlı Devleti’dir.
Fas, Tunus, Cezayir Fransa’nın; Mısır, Sudan, Hindistan Endolezya İngiltere’nin; Orta ve Kuzey Doğu Asya Rusya’nın işgali ve sömürgesi altındadır. “Şark Meselesi” ya da Avrupa’nın deyişi ile “Orient Question”ın son evresine girerken Avrupa meseleyi kökünden çözerek Osmanlı Devleti idaresinde çoğu Doğu Anadolu bölgesinde yaşayan hristiyan toplulukları da bu idareden kurtarıp Ortadoğu’yu Kuzey Afrika ve Ota Asya gibi yapmak istiyorlardı.
Paylaşmaların ve nüfuz savaşlarının ortasında kalan Osmanlı Devleti’nin 19. asra kadar bir devletin açık desteğine ihtiyaç duymadığını söyleyebiliriz. Yani bu asra kadar Osmanlı Devleti kendi imkanları ile ayakta kalmayı başarmıştır.
Bu devirde Rusya tehdidi karşısında askeri ve iktisadi çöküş devleti denge politikaları uygulamaya, başka devletlerden yardım almaya sevk etmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi (93 Harbi)’ne kadar Rusya’ya karşı İngiltere ve Fransa ile ittifak halinde yürüyen onlardan borç alan Osmanlı Devleti bu tarihten sonra İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı ve İslam düşmanlığı politikalarından ve Fransa’nın da aynı politikayı takip etmelerinden dolayı Almanya’ya kaymak zorunda kalmıştır.
II. Wilhelm’in Berlin-Bağdat demir yolu projesi, orta Doğu’da İngilizleri epey rahatsız edecekti. Sultan II. Abdülhamit II. Wilhelm’in Bu siyasetini görerek rus ve İngiliz tehdidine karşı Almanya’yı uzun süre yerini tutabilecektir.
Aynı Siyaseti İkinci Meşrutiyet Dönemi 1908-1918 hükümetleri ve İttihat terakki de takip etti. Anadolu, Balkanlar ve Orta Doğu‘da varlığını sürdürmek isteyen Osmanlı devleti, emperyalist Avrupa’ya karşı kendi topraklarında yatırım yapan, bu coğrafyada güçlü bir müttefike ihtiyaç duyan Almanya ile 40 yıl ittifak halinde çalıştı ve bu sayede ömrünü uzata bildi.
Her iki İmparatorluğunda sonu umumi harp ile sona erecekti, Avusturya ve Rusya imparatorlukları gibi.
1918 yılında cihan Harbinin mağlubiyetle neticelenmesi, Osmanlı Devleti yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya getirdi. Galipler, İngiltere, Fransa ve İtalya dünyaya yeni düzenini verirken Almanya’yı bir daha ayağa kalkmayacak şekilde ezdiler ve Versay Antlaşması ile yok ettiklerini zannettiler.
Osmanlı Devleti’nin ana karası olan Anadolu’da yaşaması kaygısını taşıyan Milli Mücadele Hareketi, kuzeyde yeni doğan ve bütün emperyalist devletleri kendisine düşman ilan eden Lenin idaresindeki Bolşevik Rusya da tabii bir dostluk buldu.
Bu sırada her iki harekette Avrupa ile savaşıyordu. İngiltere ve Fransa’nın protestoları arasında doğu anadoluyu elinde bulundurarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetlerle 1936 yılına kadar dost ve müttefik olarak hareket etti.
İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri uzun yıllar Türkiye cumhuriyetini tanımak istemediler. Bu yüzden Türkiye-Sovyetler birliği ilişkileri askeri, siyasi ve iktisadi yönden sorunsuz yürüdü. Hatta 1929 Dünya ekonomik krizinden sonra Sovyet uzmanlar Türkiye’nin ilk beş yıllık Sanayi planı hazırlayıp Anadolunun çeşitli şehirlerinde fabrikalar kurdular.
Onların gerçek amacı, Türkiye’yi komünist bir ülke haline getirebilmek ya da bir müttefik olarak yanında tutabilmekti. Ama Türkiye’nin Sovyetlerin bir parçası olmaya pek niyeti yoktu, gözü kulağı Batı’da idi.
Nihayet 1930 larda İtalyan tehdidi doğu Akdeniz’de Türkiye’yi değerli kılınca İngiltere, Fransa ve ABD’de Wateyî Türkiye’yi kırdılar, onu müttefik olarak yanlarını alıp İtalya’ya karşı kullanmak istediler. Bu sayede Mantra ile İstanbul ve Boğazlar‘da tek egemen güç olabildik.
İkinci Dünya Savaşı ndan önce değişen uluslararası ilişkiler sistemi, hitler ve Mussolinin İslam dünyasında özellikle Kuzey Afrika’da İngiltere ve Fransa karşıtı propagandaları nihayette bize hatayı kazandıracaktır.
İkinci Dünya Savaşı yılları Türkiye için gerçekten çok zor geçti; bir yandan kuzeyden Sovyet Rusya tehdidi diğer yandan hitler’in tehditleri.
Denge oyunu oyunu ile savaşa girmekten kurtulabilmiştik ama savaştan galip çıkan Stalin idaresindeki Rusya, Boğazları ve doğu anadoluya yerleşmek istiyordu.
Sovyet Rusya’nın soğuk savaş dönemi olarak adlandırdığımız 1945-1960 yıllarında ki yılmacı Siyaseti bizi doğrudan Amerika-İngiltere ittifakını itti.
Esasen başka seçenek de yoktu: ya kominizim ya da ABD. Türkiye “ yakın emperyaliste karşı uzak emperyalist” İlkesi ile ehven olanı seçti. AB‘de bizi komünizme karşı koruyacaktı, ama dış politikada tam anlamıyla bağımsız olmayacaktık, Avrupa’nın olamadığı gibi…
Berlin’e kadar doğu Avrupa’ya yerleşmiş olan Sovyetler birliği karşısında ABD, Avrupa birliği ve NATO gibi siyasi, iktisadi ve askeri sistemleri kurarak bu ülkeleri ayakta tutmaya çalıştı.
Çok para harcadı, günümüze kadar uzanan süreçte askeri sistemleri Almanya, Belçika, Hollanda, Fransa, Yunanistan ve Türkiye’de kurarak yaşattı.
Soğuk savaş dönemi olarak adlandırdığımız bu dönemde batı Avrupa’da Amerika bağımlısı olmuş, onun sayesinde hayatta kalabilmişti. Şimdi Putin tehdidi altında yine Amerika’ya bakıyorlar. Kendileri çamura bulaşmadan Türkiye’yi ateşe atmak istiyorlar.
Dünya tarihi bize gösteriyor ki büyük zorbalıklar ve adaletsizlikler üzerine kurulmuş olan sistemler uzun süre yaşayamazlar. Sovyet zülmü de 1990’da tam anlamı ile yıkılınca dünya üzerinde yeni bir dönem başladı.
Türkiye son 20 yıldır bir şekilde bağımsız dış politikasını inşa etmeye çalışıyor. Bunda da çoğu zaman başarılı oluyor.
Dünya Siyaseti bize gösteriyor ki dış politikada gücün kadar bağımsız olabilirsin. İttifak sistemlerinde yer almak zaaf değil, bilakis günümüz uluslararası ilişkiler sisteminin tabii bir parçasıdır.
Gerçekçi politikalarla bir merkeze bağlanmadan, bağımsız ve kendine güvenen bir siyaset takip etmek zorunluluğu vardır.
Avrupa’nın kırılgan, güven vermeyen, çoğu zaman çıkarcı siyasetine karşı aynı rolü oynamak belki de en doğru yol olsa gerek. Halen var olan krizden en üst seviyede faydalanarak yatırım ve üretim kabiliyetlerini geliştirecek Türkiye, gücünü Anadolu’dan ve gönül coğrafyasındaki etkisinden alabilir. Zira biz de dış politika, iç siyasetin ayrılmaz bir parçasıdır, belirleyicisidir.
Her şeyden evvel tarihi olarak Anadolu coğrafyası devletimize çok büyük bir sorumluluk yüklüyor. Kafkasya, Orta Doğu, Balkanlar ve Karadeniz dünyası dört yandan Türkiye’nin herhangi bir krizdeki tutumuna bakıyor, bundan sonra da bakmaya devam edecek.
“Hâzır ol cenge ister isen sulh ü salâh” Özdeyişi bize daha çok “Bayraktar” ihtiyacı doğuruyor.
Dünyayı silah ticaretinde tekeline almış, sömüren ve bu konuda masumkanı akıtmaktan çekinmeyen vahşi emperyalizm yerine masumu koruyan, hakkı gasp edilmiş olanın hakkını iade etmeye gayret eden bir siyaset, her halukarda Türkiye’yi düze çıkarır.