Kur’an ve Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetinin temelini ve özünü oluşturduğu ilk Müslüman toplumun nihai gerçekliğe dair bilgileri, sistematik bir şekilde işlendi ve çıkan neticeye “naklî’’ yani “geçmişten aktarılan’’ ilimler adı verildi.
Bununla elde edilmek istenen, İslam ilimlerinin temellerinin Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından atıldığını vurgulamaktı. İslam’da nihai gerçekliğin bilgisi olan “ilim” vahiyle, Allahu Teala’nın kelamıyla başlar ve Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) İslam Yolunda insan hayatının bütününe somut rehberlik edecek modelini bulur.
Başka bir ifadeyle “gerçeğin bilgisi”, doğaüstü, mucizevi bir dünyadan Kitap’ta ve Peygamber’in şahsında insana iletilir. Ancak bu mesaj açık ve kesin olmakla beraber “yerel” bir dilde aktarılmaktadır: Arapça Kur’an ve Arabistan Yarımadasında yaşayan bir Peygamber. Başka bir ifadeyle Kur’an, Hazreti Peygamber’in de bir parçası olduğu 7. yüzyıl Araplarının konuştuğu dilde indi. Yüce Allah bu duruma Yusuf Suresi 1. ve 2. ayette şöyle dikkat çekmiştir:
ﵟالٓرۚ تِلۡكَ ءَايَٰتُ ٱلۡكِتَٰبِ ٱلۡمُبِينِ ١ إِنَّآ أَنزَلۡنَٰهُ قُرۡءَٰنًا عَرَبِيّٗا لَّعَلَّكُمۡ تَعۡقِلُونَ ٢ﵞ
“Elif. Lâm. Râ. Bunlar, apaçık Kitab’ın ayetleridir. Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”
Kur’an-ı Kerim, Peygamber Aleyhissalatu vesselam diliyle inmiştir. Bu durum, sebebiyle beraber Meryem Suresi 97. Ayette zikredilmiştir:
ﵟفَإِنَّمَا يَسَّرۡنَٰهُ بِلِسَانِكَ لِتُبَشِّرَ بِهِ ٱلۡمُتَّقِينَ وَتُنذِرَ بِهِۦ قَوۡمٗا لُّدّٗا ٩٧ﵞ
“Biz Kur’an’ı, onunla Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin dilinde (indirerek) kolaylaştırdık.” (Meryem, 19/97).
Başka bir dilde olsaydı kuşkusuz bu saçma bir durum oluştururdu. Zira bu mesele de Fussilet suresinde geçmektedir:
ﵟوَلَوۡ جَعَلۡنَٰهُ قُرۡءَانًا أَعۡجَمِيّٗا لَّقَالُواْ لَوۡلَا فُصِّلَتۡ ءَايَٰتُهُۥٓۖ ءَا۬عۡجَمِيّٞ وَعَرَبِيّٞۗ قُلۡ هُوَ لِلَّذِينَ ءَامَنُواْ هُدٗى وَشِفَآءٞۚ وَٱلَّذِينَ لَا يُؤۡمِنُونَ فِيٓ ءَاذَانِهِمۡ وَقۡرٞ وَهُوَ عَلَيۡهِمۡ عَمًىۚ أُوْلَٰٓئِكَ يُنَادَوۡنَ مِن مَّكَانِۭ بَعِيدٖ ٤٤ﵞ
“Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Bir Arap’a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır.” (Fussilet, 41/44).
Lakin bununla beraber İslam’ın mesajı evrenseldir, tüm insanlığadır. Bu konuda Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
ﵟهَٰذَا بَلَٰغٞ لِّلنَّاسِ وَلِيُنذَرُواْ بِهِۦ وَلِيَعۡلَمُوٓاْ أَنَّمَا هُوَ إِلَٰهٞ وَٰحِدٞ وَلِيَذَّكَّرَ أُوْلُواْ ٱلۡأَلۡبَٰبِ ٥٢ﵞ
“İşte bu (Kur’an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek Tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir.” (İbrahim, 14/52).
İslam’ın doğuşunu izleyen bir yüzyıl içinde Müslümanlar bu bildiriyi, Çin sınırından
İspanya’ya, Kafkaslar ve Anadolu’dan Afrika’nın içlerine kadar geniş bir coğrafyaya ulaştırmak için büyük bir fetih hareketini coşkuyla gerçekleştirdiler. Medine’deki mütevazı ve basit hayattan eski dünyanın “medeni” şehirlerindeki karmaşık ilişkilere doğru hızlı bir değişim ve dönüşüm yaşayan ilk dönem Müslümanları, İslam’ın mesajını “yerel” dilden evrensel bir dile aktarmak, başka bir ifadeyle İslam’ı evrensel bir söylemle sunmanın yolunu bulmak durumundaydılar. İşte İslam ilimleri bu süreçte ortaya çıktı.
Bu süreçte ilk olarak Müslümanlar Hz. Peygamber’den aldıkları Kur’an ve ilgili diğer bilgileri sistemli kümeler halinde düzenlemeye başladılar. Müslümanlar için ilk planda ilim, nesiller arasında aktarılan bir faaliyetin adıydı.
Alimler öncelikle bu bilgileri sağlıklı bir biçimde toplamanın gerektiğini düşündüler. İlk Müslüman ilim adamlarının faaliyetleri bu yüzden söz konusu bilgilerin toplanması şeklinde oldu. Peygamberimizin ve ilk üç neslin (selefin) Kur’an’ın anlaşılmasına dönük çabaları ve ortaya çıkan yorumlar Tefsir ilmini oluşturdu.
Hz. Peygamber’in İslam Yolu ve çevresindekilerin bu Yola dair bilgileri ve aktardıkları, hadis ve siyer ilimlerini teşkil etti. Bu bilgiler büyük ölçüde önceki nesillerden, geçmişten aktarılan gelenek ve anlatılar şeklindeydi. İslam’da ilk ilim faaliyeti işte bu bilgilerin derlenmesi, sınıflandırılması ve bilgi kümeleri halinde toplanması sonucu ortaya çıkmıştır.
Fıkıh Kavramı
Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) İslam’ı tatbik etmesi yerel ölçekte Müslüman toplumun kişisel ve toplumsal ihtiyaçlarını tatmin edici bir şekilde karşılamıştı. Ancak değişen hayat tarzları ve ilişki biçimleri, Sünnet Yurdu Medine’den gelen ilmin, Kur’an ve sünnet bilgilerinin, bu yeni şartlar ışığında yeniden okunmasını gerekli kılıyordu. Bu yüzden temelde ilim kavramından esinlenen bir başka kavramın ortaya çıktığını görüyoruz ki o da fıkıhtır .
Arapçada bilmek, anlamak manasına gelen fıkıh, aynı manaya gelen ilim sözcüğünden farklı türden bir bilmeyi anlatmak için kullanılır. “Derinlemesine kavramak, bir şeyin içyüzünü bilmek” denilebilir mesela. Sözlük anlamından hareketle fıkıh, Hz. Peygamber’in öğretisinin Müslüman bireyler tarafından yorumlanması, yeni ve değişen şartlar karşısında yeniden adlandırılması manasında kullanılmaya başlandı.
Müslümanlar Hz. Peygamber’in ölümünden kısa bir zaman sonra kullandıkları yerel dilin yetersizliğini fark etmişlerdi. Dolayısıyla Kur’an ve Hz. Peygamber’in hayat modelinde çözüm bulamadıkları sorunların çözümünde bir bakış açısı ve yöntem geliştirdiler. Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas ve benzeri sahabe önderleri, (rıdvanullahi Teâlâ aleyhim ecmain) “evrensel perspektif” (evrensel bakış açısı) diyebileceğimiz bu yöntemin ilk adımlarını atmışlardı.
Temelde iki ana faktör, ilim faaliyetinin büyüyen İslam toplumlarında fıkıh adı verilen özel bir bilimsel faaliyete dönüşmesine yol açmıştır. Birincisi az önce de zikrettiğimiz üzere Medine yerelinin evrenselleştirilmesine olan acil ve şiddetli ihtiyaç, ikincisi ise İslam’ın bilinçli bir tavrının neticesidir. Bundan maksat ise yeni oluşturulacak bu yolda, bununla mükellef olacakları da gözetmesidir.
Yani, önceki yazımızda da aktardığımız ayette de görüldüğü üzere, Kur’an kendisini “apaçık bir beyan” (الكتاب المبين) olarak adlandırmaktadır (Yusuf, 12/1). Buna ilave olarak, Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’i Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) 22 yıllık İslam pratiğiyle yoğurarak Müslümana, kişisel ve toplumsal hayatını yönlendirecek pratik bir model bağışlamıştır.
Ancak birinci faktörün de gösterdiği gibi bu model, İslam’ın evrensel mesajını yerel bir dilde sunmak durumundaydı. İşte bu iki faktör, yani yerel dilden evrensel dile geçiş ihtiyacı ve dinin evrensel mesajının nevi şahsına münhasır esnek bir dilde sunulmuş olması gerçeği, ilmi fıkıhla birleştirmeyi, yani İslam öğretilerinin umumu kapsayan anlatımı ve aktarımı faaliyeti yanında nakledilen bu bilgilerin Müslüman bireyin kendi deneyimleri ve bilgi birikimiyle her daim yorumlanması faaliyetini doğurdu.
İlk zamanlarda Müslüman bireyin bu anlama ve yorumlama faaliyetine rey (kişisel görüş) denilmekteydi. Zamanla “içtihat” kelimesi İslam düşünce tarihinde temel İslam kaynaklarının yorumlanmasına verilen genel ad oldu. İçtihat ya da fıkıh faaliyeti, tefsir, hadis ve siyer ilimleri yanında, İslam’ın 2. yüzyılında (miladi 8.yüzyıl) fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi daha özel ilimlerin doğmasına yol açtı.
Birinci tür ilim faaliyetleri Hicaz (Mekke ve Medine) bölgesinde doğmuşken bu ikinci tür bilgi faaliyeti (fıkıh/içtihat) öncelikle eski dünyanın kalbinde, Irak ve çevresinde ortaya çıktı ve ardından tüm İslam dünyasına yayıldı. İşte Hz. Peygamber’in izlediği metodun semeresi de bu şekilde zuhur etmiş oldu. Rabb’ul alemin O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sonsuz davasından ve yolundan bizi ayırmasın. Âmin.
Abdulkâdir Saygılı