İçeriğe geç
Ana sayfa » Kişisel Gelişim » Bazılarımızın Yaptıkları Yüzünden: Hikem-i Atâiyye

Bazılarımızın Yaptıkları Yüzünden: Hikem-i Atâiyye

    Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûtî rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Yedinci hikmetin şerhine devam ediyoruz.

    7. Hikmet: Zamanı tayin edilmiş olsa bile Cenâb-ı Hakk’ın vaadinin gerçekleşmemesi seni o vaade itimat hususunda tereddüt ve şüpheye düşürmesin. Zira Cenâb-ı Hakk’ın vaadi hakkında tereddüt ve şüpheye düşmek basireti zedelediği gibi kalp nurunu da söndürür.

    [Bûtî merhûm, kulun, içerisinde bulunduğu perişan hale rağmen helâk olmayışına şükretmesi gerektiğini, değil Rabbi karşısında hak iddiasında bulunmak, bela ve musibetlerin başına yağmur gibi yağmadığına şükretmesinin lüzumuna dikkat çekiyordu. Devam ediyoruz.]

    Hak Teâlâ hazretlerinin şu kâinattaki tasarruflarını doğru anlamak, bu hususta hataya düşmemek için O’nun âdetini iyi bilmeli. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın kulları ile muamelesindeki esas hükümler üzerinde durmalı ve düşünmeli.

    Mesela bir grubun azgınlığı sebebiyle toplumun tamamının musibete uğratılması, Allah Teâlâ’nın adet ve hükümlerindendir. Şu ayet-i kerime bu hükmü teyid eder: “Sadece içinizden zulmedenlere dokunmakla kalmayacak olan fitneden sakının!” (Enfal 25) Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin de, Hz. Zeyneb’in “içimizde sâlih kimseler varken helâk olmamız mümkün mü” sorusuna; “evet, günah ve fesat çoğaldığı vakit mümkün” cevabı, bu hükmü vurgular. Hiç kimse ama hiç kimse, “biz ilâhî emirlere bağlı idik, istikamet ehliydik, başkaları sebebiyle helâk edilmeyi veya belaya uğramayı hak etmedik” diyemez, dememeli. Malum, bu hüküm acı ve fakat net bir şekilde Hz. Peygamber devrinde Uhud ve Huneyn savaşlarında tecelli etti.

    Uhud Harbi’nde Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, İslâm ordusunun arkadan kuşatılmasına mani olacak şekilde bir tepeye elliye yakın okçu yerleştirmiş, kendisinden müsaade gelmeden yerlerini terk etmemelerini de emir buyurmuştu. Savaş başlamış, gidişat müşriklerin aleyhine dönmüş, Allah Teâlâ Müslümanları yardımıyla desteklemiş, müşrikler kelimenin tam manasıyla hezimete uğramış, beraberlerinde getirdikleri malları ve diğer ganimetleri bırakmış kaçıyorlardı. Okçular, mevzilendikleri tepeden bu vaziyeti görünce savaşın kazanıldığına kesin kanaat getirdi. Aşağı inip ganimetten paylarını alma hususunda konuşmaya başladılar. Bir kısmı mevzileri terk edip aşağı inmeyi teklif ederken, diğerleri Allah Resûlü’nün emrine itaatsizlikten sakınmaları gerektiğine dikkat çekti. Akabinde, Hz. Peygamber’den müsaade gelmeden mevziyi terk etmenin doğru olduğunu düşünenler aşağı indi. İndi de netice ne oldu?

    Cenâb-ı Hak, ardına bakmadan kaçan müşriklerden geride kalanların kalplerine, korku ve dehşetten sonra bir kararlılık ve cesaret verdi. Aralarından bir grup, sadece bir avuç kalmış okçunun bulunduğu tepeye yöneldi ve onları da şehid etti. Ardından, savaşın başında kalpleri metanet ve zafer coşkusuyla dolup taşıyorken Allah’ın kalplerine endişe ve korku saldığı Müslümanlara hiç beklemedikleri yerden, sırtlarından oklarını doğrulttular. Bu, zaferin hezimete dönüştüğü andı. Ashaptan birçoğu şehid edildi, ortalık kan gölüne döndü. O derece ki, Cenâb-ı Peygamber’in ön dişleri kırıldı ve müşriklerin kurduğu pusuya düştüler.

    Bütün bunlar, sebepler dairesinde, ashaptan bazılarının hatası sebebiyle meydan geldi. Hz. Peygamber’in oradaki varlığı, bu hata sebebiyle maruz kalınacak musibeti kaldırma hususunda da fayda vermedi. Bu meseleye dair nâzil olan ayet de dikkatli olmaları ve aynı badireye bir daha düşmemeleri için bütün insanlığın tâbi olduğu ilâhî âdeti, sünnetullahı zihinlere adeta perçinlemektedir. Bu ayetin meali şudur:

    “Andolsun ki Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hatırlayın ki O’nun izniyle kâfirleri öldürüyordunuz. Ama Allah size istediğiniz zaferi gösterdikten sonra gevşediniz, emre itaat hususunda birbirinizle tartıştınız ve emre aykırı hareket ettiniz. İçinizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de âhireti istiyordunuz. Derken, Allah denemek için onların karşısında sizi bozguna uğrattı. Sonunda yine de sizi bağışladı. Allah müminlere karşı lütufkârdır.” (Âl-i İmrân 152)

    Şöyle bir düşünelim. Düşünelim de, Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte olan sahabeden onlarcasının düştüğü hata ile günümüzde kışlalarda işlenen, bazıları neredeyse küfür derecesine varan hadsiz hudutsuz büyük günahları bir mukayese edelim. Bahse konu hata sebebiyle Allah Resûlü ve ashabının maruz kaldığı ilâhî şefkat tokadı ile, biz günümüz Müslümanlarının varlığından razı ve hoşnut olduğu, dört bir yandan kuşatıldığı türlü türlü cürüm ve günah sebebiyle yediği ilâhî tokatları bir kıyaslayalım. Göreceğimiz şey, Allah Azze ve Celle’nin sonsuz lütfuna ve engin rahmetine gark olduğumuzdur.

    Bütün bu zikrettiklerimize rağmen bir kimse Allah Teâlâ’nın vaadiden şüphe eder, hak ettiği halde O’nun lütuf ve ihsanına nail olmadığını düşünür veya günümüz toplumunun Allah’ın sâlih kullarına vaad ettiği yardımı hak ettiğini öne sürerse, onun bu şüphe ve iddiaları, İbn Atâullah’ın zikrettiği üzere basiretinin kapalılığına ve derunundaki nurun sönmeye yüz tuttuğunun delilidir.