İçeriğe geç

Kim Yalnız Ne Kadar Yalnız?

    Yalnızlık insanoğlunun eski zamanlardan beri karşı karşıya kaldığı sorunlardan biri. Fakat hiçbir dönemde zamanımızdaki kadar derinleşmemiş, yaygınlık kazanmamıştı. Diğer taraftan dünya da hiç bu kadar kalabalık olmamıştı. Geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak büyüklükte bir nüfusu barındırıyor yaşlı dünyamız.

    Böyle bir dünyada yalnızlıktan bahsetmek tuhaf. Üstelik yeni teknolojilerin önümüze serdiği bunca imkânlar varken. Mesela çok değil, daha otuz sene önce biriyle görüşebilmek için bazen saatlerce beklemek ya da kilometrelerce yolu katetmek gerekiyordu. Şimdi ise yerimizden kıpırdamadan birbirimizi görebiliyor, saatlerce konuşabiliyoruz. Kovid salgını da işin tuzu biberi oldu. Teknoloji üzerinden iletişim kurmak hem gelişti hem yaygınlaştı.

    Bu süreçle iş hayatında da yeni bir döneme girildi. Pek çok iş kolunda telefon ve bilgisayar yanınızda ise elektrik ihtiyacınızı karşılayabileceğiniz her yer ofisiniz. Dünyanın neresinde olursa olsun istediğiniz anda istediğiniz kişiyle görüşebilme imkânı var.

    Fakat bütün bunlara rağmen yalnızlık soğuk bir duvar gibi dimdik karşımızda duruyor. Üstelik bu duvar türlü sebeplerle sürekli yükseliyor.

    Çokluk içinde yokluk

    Eski ya da yeni bütün kitaplar insan tabiatının toplum içinde olmayı gerektirdiğini, insanın toplumda kişilik kazandığını ve kendini gerçekleştirdiğini söylüyor. Bu doğru. Ancak günümüzde süreç tersine işliyor. Teknoloji üzerinden sosyalleşme asosyalleştiriyor, yani yalnızlaştırıyor. Bu da iç dünyası son derece fakir, travmatik karakterler doğuruyor. Eskiler “yalnızlık vahşettir” der. Her gün haberlerde yüzümüze çarpan vahşi cinayetleri, aklı zorlayan suçları bir de bu açıdan düşünmek lazım.

    Çokluk içinde yokluk tam olarak böyle bir şey olsa gerek. Etrafımızda çok insan var. Biz ise kendimizi çölde kalakalmış gibi tek başımıza hissediyoruz. Çünkü herkes kendi kabuğunda gömülü. Herkesin kapısı başkasına kilitli. Temasların gerekçesi ya keyif ya menfaat. Böyle olunca da anlam ve değerlerde, dilde, önceliklerde, meselelerde ortak payda kalmıyor.

    Nesiller arası kültür farklılaşması değil bu. Kendi akranlarımızla hatta aynı evi paylaştıklarımızla da farklı dünyalarda yaşayabiliyoruz. Bu değişim o kadar hızlı ki, üç beş yıl önce her şeyimizi paylaştıklarımızla bile bugün hiçbir ortak yanımızın kalmadığını görebiliyoruz.

    Hangi yalnızlık?

    Peki, yalnızlık baştan aşağı kötü bir şey midir? Gerçekten insanı karanlık bir boşluğa mı sürükler? Bu soruların cevabı yalnızlık kavramına yüklenen anlamla ilgili biraz. Ve tabii görünürde yalnızken kalbinde kiminle ve ne ile meşgul olduğunla ilgili.

    Hiç şüphe yok, hayat ne kadar fani ise içerisindekiler de o kadar fani. Etraftaki her şey gibi insanlar da gelip geçici. Şu halde kalabalıklar içerisindeyken şu fenâ yurdunda ne kadar yalnız olduğumuzu bilerek kalbi ezelî ve ebedî dosta bağlamak gerekiyor. Bu ise, gerçekten çölün ortasında yapayalnız kalınsa da yalnızlık değil.

    Tasavvufta “halvet der encümen” ilkesi var. Yani halk içerisinde Hak ile beraber olmak. Ya da “el kârda gönül yarda” derler büyükler.

    Zaman zaman hayat gailesi, vefasızlık, halden anlamamak bezdirse de bize bahşedilen hayatı yaşamak durumundayız. Ferahlık darlık, varlık yokluk, kalabalık yalnızlık ve daha nice imtihanla tabii. Bütün bu doldur boşalt durumlar içerisinde gündelik hayatımızı sürdürürken, hayatın ve ölümün sahibini unutmamak, kalbi O’na bağlamak esas. Niyet ve biraz gayretle nice zehirler baldan tatlı olur.

    Bir dost bulabilmek

    Büyük Veli Şemseddin-i Sivasî hazretlerinin meşhur bir nutku var. Bu yazı biraz da oradan ilhamla kaleme alındı. Şöyle diyor:

    “Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan / Kenz açılmaz bir gönülde tâ ki pür-nûr olmadan.”

    Yani Hakk’a kavuşmak isteyen kişi her şeyi terk etmelidir. Eğer bir kişi gönlünü Allah’ın tecelliyatı ile ihyâ etmek isterse orayı tertemiz etmek zorundadır. Tıpkı “Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.” hikmetinde buyrulduğu gibi. Bu da şu demek: Muhammed Bahâuddin Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin yolunu takip edenlerin dört şeyi terk etmesi gerekir: Dünyayı terk, ukbâyı terk, varlığını terk ve terk etmeyi terk. Şemseddin Sivasî hazretleri, gerçek dosta dost olabilmek için dahasını da söylüyor:

    “Bir acâib derde düşmüş Şemsî yanıyor müdâm / Hakk’a makbûl olmak ister halka menfûr olmadan.”

    O öyle bir aşka tutulmuş ki sürekli yanıyor. Hak katında makbul olmak isteyen kişi, halk tarafından hor görülmeye, kötülenmeye, yalnız kalmaya razı olmalı.

    O halde bir zamanların meşhur kavramı “değerli yalnızlık”ı insana uyarlayacak olursak; yüzünü tamamen Allah’a çeviren, kalbini dünyadan ayırıp Allah’a bağlayan, gerçek dostun ancak O olduğuna vâkıf olan kişi ne kadar yalnız gözükse de horlansa da dışlansa da yalnız değildir; hakikate ermiş demektir. İşte o zaman dünyada, kabirde, âhirette asla yalnız kalmaz. İbn Atâullah İskenderî hazretlerinin bir hikmetinde dediği gibi: “Cenâb-ı Hakk’ı bulan kişi neyi kaybetmiştir? Ve O’nu kaybeden kişi neyi kazanmıştır?”